Mağaranın içinde derin bir sessizlik hâkimdi. Taş duvarlara düşen soluk gölgeler, gün batımının kızıllığıyla hafifçe renklenmeye başlamıştı. Vladis Drakovan, sırtını mağaranın soğuk zeminine yaslamış, geçmişin düşüncelerinde kaybolduğu bir dinlenme halindeydi. Ancak bir ses, onu bu sessizlikten çekip aldı.
Hafif bir tıkırtı... Mağaranın taş zemininde yankılanan minik pençe sesleri. Vladis gözlerini yavaşça açtı, dikkatlice etrafını taradı. Gözleri, mağaranın loş köşesinde hareket eden küçük bir figüre odaklandı: bir fare. Küçük yaratık, kafasını sağa sola çevirerek mağaranın köşelerinde yiyecek bir şeyler arıyor gibiydi.
Vladis, gözlerini kısarak fareye doğru baktı. Vampir doğasının açlıkla yankılandığını hissetti; uzun bir dinlenmenin ardından, güçlerini yeniden canlandırmak için bir miktar kana ihtiyacı vardı. Bu küçük yaratık, onu doyurmayacaktı belki, ama avcı içgüdülerini uyandırmaya yetiyordu.
Fare, Vladis'in hareketsiz bedenine doğru yaklaştığında, Vladis hızla elini uzatarak onu yakaladı. Minik yaratık, elinin içinde çırpınmaya çalıştı, ancak Vladis'in parmaklarının demir gibi güçlü tutuşundan kurtulması mümkün değildi. Vampir lordu, başını hafifçe eğerek yaratığa soğuk bir ifadeyle baktı.
"Bugün küçük bir avla yetineceğim," diye mırıldandı kendi kendine. Dişlerini, fareye nazik ama kesin bir hareketle geçirdi. Kanın tadı, bedenine bir enerji kıvılcımı gibi yayıldı. Küçük ve etkisiz bir av olmasına rağmen, bu hareket onu bir avcı olarak uyanışa hazırladı. Vladis, fareyi kenara bıraktı, minik beden yere hareketsiz bir şekilde düştü.
Göğü yavaşça kaplayan kızıllık, mağaranın duvarlarına daha güçlü bir ışık yayıyordu. Gün batımı, artık tamamen geceye dönmek üzereydi. Vladis, pelerinini düzelterek ayağa kalktı. Sırtındaki kılıcı ve belindeki hançeri kontrol ederek, dışarı çıkmaya hazırlandı. Bugün, çorak topraklara doğru yolculuğunun yeni bir aşamasına başlaması gerekiyordu. Ancak mağaradan çıkarken, karanlığın içinde bir şeylerin farklı olduğunu hissetti.
Mağaranın dışına adımını attığında, çevresindeki sessizliğin doğal olmadığını fark etti. Ağaçlar hareketsizdi; rüzgar bile durgun bir şekilde bekliyordu. Hava, ölümün sessizliğini taşıyor gibiydi. Vladis, çevresini dikkatle taradı. Altın sarısı gözleri, gölgeler arasında bir tehdit arıyordu.
Ve işte o an, ağaçların arasındaki hareketi fark etti.
Karanlıkta saklanan dört figür… Vladis'in avcı içgüdüleri, bu dört varlığın öldürmek için beklediğini açıkça söylüyordu. Pusu kurmuşlardı; hareketlerinden anlaşılıyordu. Vladis'in nefesi sakinleşti. Onların nefret dolu varlıklarını hissedebiliyordu: Bir savaşçı, bir suikastçı, bir büyücü ve bir okçu.
Aralarındaki ilk hareket, okçu tarafından geldi. Gölgelerin içinden bir ok, bir yılan gibi fırlayarak Vladis'e doğru ilerledi. Vladis, ışık hızında bir refleksle kenara çekildi. Ok, arkasındaki ağaca saplanarak derin bir titreşim çıkardı. Bu hareket, diğerlerini de tetikledi.
Vladis bir an bile beklemedi. Sırtındaki uzun kılıcı çekerek ilk saldırısını yaptı. Ağaçların arasından hızla fırlayan savaşçı, geniş bir balta savuruyordu. Vladis, balta darbesini bir adımla savuşturdu ve bir dönüşle kılıcını savaşçının göğsüne sapladı. Metalin ete ve kemiğe işleyişi, geceye keskin bir sesle yayıldı. Vampir lordu, kılıcı tek bir hareketle çıkardı ve savaşçının cansız bedeninin yere düşüşünü izledi.
Arkasından gelen suikastçı, Vladis'e hızla yaklaştı. Elinde zehirli bir hançer vardı ve sessiz adımlarla Vladis'in zırhının bir boşluğunu hedefliyordu. Ancak Vladis, suikastçının adımlarını çoktan hissetmişti. Suikastçının hançerini savurmasına izin vermeden, bir pençe hareketiyle onu boğazından kavradı. Suikastçı, bir anlık çırpınmayla kurtulmaya çalıştı, ancak Vladis'in parmakları boğazına bir mengene gibi kilitlenmişti. "Zayıfsınız," diye fısıldadı Vladis, ardından suikastçının boynunu tek bir hareketle kırarak yere bıraktı.
Gökyüzü, kızıllıktan karanlığa tamamen dönmüştü. Ancak savaş hala bitmemişti. Ağaçların arasından, büyücünün ellerinde yanan mor bir ışık yükseldi. Vampir büyüsüyle dolu bir enerji küresi, Vladis'e doğru hızla gönderildi. Vladis, kılıcını savurarak enerji küresini ikiye böldü, ancak bu büyücü, bir avcıya göre oldukça hilekardı. Hemen ardından başka bir büyü hazırlamaya başladı.
"Büyülerle vakit kaybetme," diye tısladı Vladis, hızla büyücüye doğru atılarak. Büyücü, Vladis'in yaklaşmasını fark ettiğinde, ellerindeki büyüyü tamamlayamadan geri çekilmeye çalıştı. Ancak çok geçti. Vladis, tek bir hamleyle hançerini büyücünün göğsüne sapladı. Büyücünün yüzündeki dehşet ifadesi, karanlıkta donup kaldı. Vladis, hançeri çıkararak onun bedenini yere bıraktı.
Geriye yalnızca okçu kalmıştı. Vladis, ağaçların arasında saklanan son figürü hissetti. Okçu, bir kez daha yayını gerdi, ama Vladis, artık onun yerini tam olarak biliyordu. Yaydan çıkan ok, Vladis'in yanından hızla geçti. Vladis ise, ışık hızında bir hareketle okçunun olduğu dala sıçradı. Göz açıp kapayıncaya kadar ona ulaştı ve kılıcını tek bir hamlede boynuna savurdu.
Karanlık bir sessizlik ormana yeniden hakim oldu. Vladis, kılıcını yavaşça temizleyerek sırtına astı. Yerde yatan dört cansız beden, ona yapılan bu saldırının ciddiyetini gösteriyordu. Ancak Vladis için bu yalnızca bir başlangıçtı.
"Kim gönderdi sizi?" diye mırıldandı Vladis, yere düşen bedenlere bakarak. Bu dört varlık, yalnızca bir piyondu. Arkalarında, Vladis'in yolculuğunu durdurmak isteyen daha büyük bir gücün olduğunu anlamıştı. Ancak bu güç, onun kararlılığını kıracak kadar büyük değildi.
Pelerinini savurarak tekrar yoluna koyuldu. Çorak topraklara giden bu yol, artık sadece daha fazla kan ve karanlıkla dolacaktı.
Vladis Drakovan, ormanın son kalan ağaçlarının arasında ilerlerken, önündeki manzara yavaş yavaş değişmeye başladı. Doğanın sıkışık ve canlı karmaşası yerini taşlaşmış, harabeye dönmüş bir bölgeye bırakıyordu. Ay ışığı, çürümüş yapıların ve dağılmış taş yığınlarının üzerinde bir hayalet gibi dolaşıyor, bu yerin bir zamanlar canlı bir yerleşim olduğunu anımsatıyordu.
Adımları, çatlamış ve köklerle sarılmış taş yolların üzerinde yankılanıyordu. Çevrede yıkılmış binaların iskeletleri vardı; eski sütunlar, bir zamanlar ihtişamla yükseldikleri günleri unutarak yere devrilmiş ve parçalanmıştı. Kimi binaların üst kısımları tamamen yok olmuş, taş duvarlar yosunlarla ve çatlamış dokularla kaplanmıştı. Şehir, bir zamanlar yaşayan ruhları terk etmiş, karanlığın içinde kaybolmuş gibiydi.
Vladis, ağır adımlarla ilerlerken, gözlerini etraftaki bu kasvetli manzaraya dikti. Beyninin derinliklerinde, buranın tanıdık geldiğini hissetti. Çorak taşların ve harap yapıların arasında yankılanan bir his, eski bir anıyı zorluyordu. Kaşlarını çatarak adımlarını yavaşlattı. Altın sarısı gözleri, boş binaların karanlık pencerelerine ve çatlamış taş kaplamalarına takılıyordu.
Burası yalnızca bir şehir değil, aynı zamanda bir kovanın yaşam alanıydı. Fısıltı Kanat Kovanı... Vladis'in zihni, o ismi hatırladığında kısa bir süreliğine geçmişin karanlık sislerine gömüldü. Fısıltı Kanat Kovanı, vampir dünyasında eski bir kovan olarak biliniyordu. Sessizlikleri ve gölgelerin arasında süzülen hızlı hareketleriyle tanınırlardı. Adları, hem fısıldayan bir rüzgar gibi hafif ama hem de ölümcül bir avcı gibi sessiz olmalarından geliyordu.
Bir zamanlar, burası onların yuvasıydı. Gölgeler içinde kaybolan bu harabe, bir zamanlar yaşayan bir topluluğun, avcıların ve ölümsüzlerin barınağıydı. Vladis, burada bir kez daha duraksadı. Gözleri, çatlamış taş duvarlardan birinin üzerine işlenmiş bir sembole takıldı. Bu sembol, Fısıltı Kanat Kovanı'na ait kanatlı bir figürü gösteriyordu. Ancak bu figür, zamanın ağırlığıyla aşınmış, neredeyse tamamen silinmişti.
Beyni, bu bölgeyi anımsamaya çalışırken, içgüdüsel olarak bir soruya yanıt arıyordu. "Neden burası yok oldu?" Vladis, bu soruyu kendi kendine sorduğunda, cevabın içinde bir şekilde Kara Elmas Kovanı'na bağlandığını hissetti. Fısıltı Kanat Kovanı, tıpkı Zincir Kıranlar gibi, Nytheria'nın güç hırsıyla yok edilmiş başka bir kovan mıydı? Yoksa bu kovanın sonu kendi hatalarının bir bedeli miydi?
Adımlarını yavaşlatarak harabenin derinliklerine doğru yürümeye devam etti. Sokaklarda, bir zamanlar vampirlerin dolaştığı bu yerin izleri, şimdi yalnızca taşların ve boşluğun fısıldadığı bir geçmişten ibaretti. Binaların içine kısa kısa bakıyor, ama hiçbir yaşam belirtisi görmüyordu. Fısıltı Kanat Kovanı'nın bu kadar sessiz bir şekilde yok oluşu, Vladis'in içinde garip bir huzursuzluk yaratıyordu.
"Hiçbir şey kalmamış…" diye mırıldandı kendi kendine. Bu harabenin sessizliği, bir tür ölüm anıtı gibi üzerine çökmüştü. Vampirlerin en güçlülerinden biri olarak bilinen bir kovanın, bu şekilde yitip gitmesi, Vladis için yalnızca bir kayıp değil, aynı zamanda bir uyarıydı. Her kovanın sonu gelebilirdi; efsaneler ve güçler, zamanın ve ihanetin karşısında dayanamayabilirdi.
Vladis, gözlerini kapatarak bir an için etrafı dinledi. Ayaklarının altında çatlayan taşların sesi dışında, hiçbir şey yoktu. Ama bu sessizlik, içindeki kararlılığı daha da artırdı. Buradan geriye kalan her şeyin sebebini bulmaya kararlıydı.
Fısıltı Kanat Kovanı'nın neden yok olduğunu anlamak, yalnızca geçmişin bir sırrını çözmekle ilgili değildi. Bu, aynı zamanda Kara Elmas'ın gerçek yüzünü daha iyi görmek için bir ipucu olabilirdi. Bu yok oluş, Nytheria'nın büyüsünün ve gücünün bir yankısı mıydı? Yoksa bu bölgeyi tamamen yutan başka bir karanlık güç mü vardı?
Vladis, derin bir nefes alarak pelerinini düzeltti ve gözlerini ileriye dikti. Harabelerin ötesinde, yolculuğunun devam edeceği çorak topraklar uzanıyordu. Fısıltı Kanat Kovanı'nın kalıntıları ona daha fazla cevap veremese de, buradaki yok oluş, bir sonraki adımında daha dikkatli olmasını gerektiriyordu.
"Bir zamanlar burada avcılar hükmediyordu," diye fısıldadı kendi kendine. "Şimdi yalnızca taşlar kaldı. Ama bu taşların taşıdığı sırları, bir gün anlayacağım."
Vladis, harabelerin ortasında birkaç saniye daha durduktan sonra, çorak topraklara doğru adımlarını hızlandırdı. Arkasında sessiz bir yıkımın anılarını bırakarak, önünde onu bekleyen daha büyük karanlıklara doğru ilerlemeye devam etti.
Vladis Drakovan, çorak toprakların derinliklerinde ilerlerken karşısına çıkan manzara, çoktan ölü bir dünyanın hayaletlerini taşır gibiydi. Ancak bu sessizlik, ona bir şeylerin yanlış olduğunu hissettiriyordu. Gözleri, karanlığın içinde bir siluet gibi duran devasa bir yapıya takıldı. Yan yatmış ve neredeyse toprağa gömülmüş halde duran bu bina, bir zamanlar görkemli bir yapı olduğunu belli ediyordu. Ancak şimdi, karanlık bir mezar taşı gibi çorak toprakların ortasında kalmıştı.
Vladis yavaşça binaya doğru ilerlerken, her adımı taşlaşmış toprak üzerinde yankılanıyordu. Binanın devasa gövdesi, yan yatmış bir devin cesedi gibi duruyordu. Gözleri, yapının üzerinde derin kesikler, yanık izleri ve çatlamış duvarları inceledi. Bu bina, yalnızca zamanın yıpratıcılığıyla bu hale gelmemişti. Bu yok oluş, kasıtlı ve acımasız bir saldırının sonucu gibi görünüyordu.