Chapter 3 - 3

Çok fazla gezinmeden, birazda kaybolarak kütüphanede başkatibin odasını buldum. Aslında kafamda belli bir yanıt yoktu, edindiğim bilgilerden yola çıkarak birşeyler bulmayı planlamıştım. Ama odasının kapısına geldiğimde, Seth odadan çıkıyordu. Kafamda o kadar planlama hazırlarken, onun bana söylediği şu oldu; " Yanıtını unutma, eşyalarını al. Gidelim." Nereye gideceğimizi sormadım, hızlıca dolabımdan çantamla ceketimi alıp hole çıktığımda Seth kütüphanenin girişinde birkaç askerle konuşuyordu. Beni gördüğünde hızlanmam için bir hareket yapıp dışarı çıktı. Arkasından dışarı çıktığımda askerlerin beklediği bir portaldan geçiyordu. Aceleyle içeri girdiğimdeyse, kendimi devasa bir antik yapının önünde buldum. Her yerde askerler vardı, Sethse en az benim kadar büyülenmişti. " Neredeyiz?"

" Mavia'nın doğusunda, vadinin merkezindeyiz. En yakın köy yürüyerek beş gün uzakta." Devasa yapıdan aşağı, konuşan adama doğru başımı eğdiğimde, çokta fazla eğmem gerekmedi. Çünkü adamın boyunun yüz doksan santimden uzun olduğuna adım kadar emindim. Tıpkı gözlerinin, en az benim kadar nadide bir renk olduğuna emin olduğum gibi. Renksiz bir griydi, ayışığı grisi. " Yeni başkatip adayımız sensin demek."

" Belki. Siz?" diye sordum dikkatle." Kaos." Elini uzattığında, karşımdaki adamın veliaht prens olduğunu anlamıştım. Leon'dan aldığım bilgiler olmasa bunu asla bilemezdim, iyi olmuştu. " Alya."

Elini sıktığımda, parmaklarımızın arasındaki büyü enerjisi çakışarak havaya manasız bir dengesiz enerji yayılımına sebep oldu. Bu türde enerji çakışmaları genelde safkan büyüler arasında görülürdü, o temas ettiğim ilk safkandı.

" Daha önce tehlikeli bir lahite girdin mi, Alya?" diye sordu elimi ondan ayırırken." Birçok defa. Ama benim girdiklerim daha önce bulunmuşlardı, bin yıl sonra ilk kez kapıları açılanlardan değil."

" Bin yıldan uzun süredir açılmamış bile olabilir." dedi Seth, kapıya doğru yürürken. Sonra geriye doğru şöyle bir bakış attı. " İşte ilk gününde yaralanayım deme, yakınımızda kal."

" O kadar kolay yaralanmam." Hızlıca peşinden giderken, sırt çantamın kopçasını uzatarak kolumun altından geçireceğim omuz çantası haline getirdim. Büyümü etrafıma dağıtarak olası bir darbeyi hafifleten aura korumasını aktif hale getirdim. Alev rengindeki enerjim bedenimi korumak için küçük bir koruma balonu oluşturmuş, zarar verici bir büyüye karşı koymak için hazır hale gelmişti. Komik olan, anında herkesin ilgisini çekmişti.

" Bu yaptığın şey herneyse, istiyorum." dedi Prens Kaos yanımda belirerek. " Karşılığında ne alacağım?" diye yanıtladım şımarıkça.

" Ne istiyorsan." Ukalalığıma verdiği yanıt ciddi olduğundan, bende ciddileştim. " Şaka yapıyordum, geçen yıl Urion şehrinde öğrendiğim bir büyü. Büyülü ve fiziksel saldırılardan korunmayı sağlıyor, içgüdüleri geliştiriyor ve yüzde yüzlük bir yaralanmanın yüzde yetmiş hasar vermesine sebep oluyor. Öğrenmek için kaybettiğim büyülü taşa değdi." diye açıkladım. " Avantajları gayet iyi, büyülü bir taş sadece sahibine itaat eder, korumazd." Kafamı salladım.

" Öğrenmesi kolay, bir hançer yaratma enerjisini bedeninin etrafına yay ve koruma hayal et. Sonra ' Tali nocho ora.' diyorsun. En basit haliyle 'Enerjim, auram ol' anlamına geliyor."

Seth tarafından metrelerce yükseklikte tavana doğru atılan büyülü enerji salonu aydınlatırken, askerlerinde dahil olduğu herkes söylediğimi yaparak büyüyü aktif hale getirdi. Saniyeler içinde herkesin bedeninin etrafında kendi enerji renginde birer aura parlıyordu. Yalnızca beş dakika sonra askerlerden birinin birşeyleri kurcalayarak çalıştırdığı ok yağmuru salona saçıldığında bu aura kalkanları işimize yaradı. Aura kalkanını kısa süreliğine fiziksel bir kalkana çevirmek tüm riski ortadan kaldırmıştım. Üç ok kalkanıma çarpıp zemine düşmüştü. Ama askerlerden biri aura kalkanında hafifleyerek karnına saplanan oku çıkarırken anlaşılan o kadar hızlı olamamıştı. " Bunu sevdim." Sanki taştan yapılmış gibi bir hissizlikle karnındaki küçük yarığı enerji vererek iyileştirdi ve ortalıkta gezinmeye kaldığı yerden devam etti. Ok yavaşladığı için daha derine girmeden durmuştu, iyi.

Ona arkamı dönüp bir sonraki salona girdim. Duvarlarında kalabalık insanlar ve başında tacı olan kral ve kraliçelerin çizili olduğu yapı gerçekten çok eskiydi. Büyüsüne odaklanarak tahmin etmeye çalışırken bir yerlerde başka bir tuzak aktif hale getirildi. Heykellerden birinin kılıcının savrulmasıyla kendini yere atan asker birileri tarafından kaldırılırken, kendi aralarında konuştuklarını duydum.

" Sanki olacağını biliyormuşum gibiydi. Kendimi yere attım, daha kılıç savrulmadan önce."

" Aura kalkanı büyüsü sınırda kullanılması zorunlu hale getirilmeli, majesteleri." Prensin başını salladığını gördüm. Gözlerini üzerime çevirdiğindeyse, birkaç adımla aramızdaki mesafeyi kapattı. " Ne buldun?" Anlaşılan birşeyler aradığımı biliyordu. " Yapımının en azından beş bin yıl önce büyü kullanılarak başlatıldığını söyleyebilirim. Bazı bölümleri sonradan revize edilmiş, ama ana sütunların yapımı antik çağa ulaşıyor. Bu durumda, dünyanın bilinmeyen sayılan döneminde birileri bu tapınağı kullanıyordu. Ama en az iki bin yıldır herhangi bir değişiklik yapılmamış."

" Tapınağı?"

" Duvarlardaki figürler, salonlardaki sunaklar, sade döşenmiş odalar, birde bu kadar tuzakla dolu olması tapınak hissi veriyor. Rahatsız edenlerin ölmesi için ellerinden geleni yapmışlar, terk ettikten sonra bile."

" Tapınakların kütüphaneleri olur."

" Gizli kapıların ardında, bulmak yıllar sürebilir."

" Dene." dedi sadece. Kafamı sallayıp duvarlara dokunarak arkasındaki boşlukları hissetmeye çalışırken Prens salonun girişinde Seth ve ilk kez gördüğüm bir adamla konuşuyordu. Bana doğru baktığını hissetsemde başka şeylere odaklanarak farketmemiş gibi yaptım. Muhtemelen o üçüncü başkatipti, Leon'un Atlas Willam olarak tanıttığı, kız kardeşi prensle nişanlanacak olan adam. Kendi aralarında konuşmaları bittiğinde, bana doğru geldiğini farkettim.

" Duvarlarda ne arıyorsun?" diye sordu birkaç adım gerimden konuşarak. " Tapınağın son sahipleri hakkında bilgi edinmemizi sağlayacak tabletler, yapraklar, kitaplar içeren gizli odalar."

" Bulsak iyi olurdu." diye yorumladı anlayarak. " Adım Atlas." Ona doğru döndüğümde, daha yakından inceleme fırsatı buldum. Kestane tonlarında dalgalı saçları ve yeşil gözleri vardı. Prensin yaşlarında görünüyordu, yirmilerinin ortalarında ya da buna yakın yaşlarda. Tazecik on sekiz yaşımla onlardan minimum beş yaş küçüktüm. " Alya." Kısaca başını eğerek memnun olduğunu söylemiş kadar oldu. " Seth senden bahsettiğinde bu göreve uygun olmadığını düşünmüştüm ama sadece büyü dili aksanın bile beni yalancı çıkarmaya yetti."

" Potansiyel yaştan bağımsızdır." Başını eğerek evetledi. " İlbis kanı kokusu alıyorum, az önce gelmiyordu." Bu durumda ondan geliyordu. " Sınırdan geliyorum, buradan yeni haberim oldu. Temizlenmeye fırsat olmadı."

" Bazı büyüler karanlık enerjiye mensup kanı hissedebilirler, tapınağı koruyan tuzaklar arasında bu türde büyüler olabilir. İlbis kanı baskınlığı üzerinde bu kadar fazlayken, tapınakta uzun süre kalmanı önermem."

" Peki, ölmeden gidiyorum öyleyse."

Atlas bir saat kadar sonra döndüğünde, elimde çantamdan çıkardığım soğuk sandviçimle sunaklardan birine oturmuş karnımı doyuruyordum. Yanımdan geçerken ukala bir bakış atıp, on metre kadar ötemde askerlere emir veren Prense yürüdü. " Tapınağa dilenci bulmuşsunuz, Kaos." Tüm umarsızlığımla bana laf çarpan sözlerine yanıt verdim. " Şuanda yemek dışında hiçbir şey umurumda olmadığı için çok şanslısın." Yemin ederim, askerler sessizce güldü.

" Bu bir tehtid miydi?" diye sordu ukalalığını sürdürerek. " Eğlenmeye geldiysen geri dön, Atlas. Önemli işlerimiz var." Prensin onu uyarmasıyla keyiflendiğim sırada, Atlas ciddileşmeye karar verdi.

" Tapınağın kime ait olduğuna dair bir şey bulabildiniz mi?" diye sordu daha ciddi bir şekilde. " Alya gizli bir kütüphane buldu, ama işimize yaramadı."

" Bakmak istiyorum." Birlikte salonun kuzey koridorlarının sonundaki, bir heykelin kolu indirilerek açılan salona gittiler. On dakika sonra döndüklerinde ikiside tıpkı benim düşündüğüm gibi, herşeyin toplanıp götürüldüğünü konuşuyordu. Çünkü salonun duvarlarındaki bölmeler tamda kitap sıralayacak genişlikte, duvarlarsa kitaplar ve parşömenlerden oluşan çizimlerle doluydu, ama kütüphane olması gereken salon tamamen boştu.

" Elimizde hiçbir bilgi yok, hangi uygarlığa, hangi ırka, hangi dine mensup olduklarına dair. Duvar çizimlerinden bile bir çıkarım yapılamıyor."

" Ama tapınakta büyülü tuzaklar olduğunu söylediniz. Büyü elementali olma olasılığı yüksek olmalı, değil mi?" diye sordu Atlas, Prens Kaosa.

" Büyü yapabilme özelliğiyle yaratıldığı bilinen yüz yirmi iki farklı ırk var." dedim dayanamayarak. " Varlığı bile kanıtlanmamış ırkları listeye alamazsın, Alya."

" Yüz yirmi iki tane olmasa bile, elli tane olsun. Antik çağda hayatta kalamamaları onları yok yapmaz. Sırf büyü yapabiliyoruz diye, antik çağdan bugüne gelmiş büyülü tüm yapıları kendimizin ilan edemeyiz. Ya da buranın başka bir ırk tarafından yapılmış olma ihtimalini inkar edemeyiz. Birileri yapmış ve üç bin yıldan uzun süre kullanılmış. Belki, iki bin yıl öncesine dek burayı bulan her ırk tarafından kullanıldı. Belkide, buranın amacı aslında buydu, topluluklar kendisine ait hissedebilsin diye ilk sahipleri hakkında hiçbir ipucu bırakmadan gittiler." Duvardaki kral ve halk çizimini gösterdim. " İnsanların yüzlerini seçebiliyoruz, ama kulakları belirsiz yapılmış, belki yeni sahibi elfte olabilsin diyeydi. Bir elf krallığı ihtiyaç duyduğu anda buraya geldiğinde, insanlara ait olduğunu görüp kötü hissedebilirdi. Ama dış dünyada savaş varken, belki gelip beş yüz yıl halkını insanlıktan soyutladı, zaman kolaylaştı ve daha elverişli bir toprak bulup ayrıldılar. Sonraki sahibi burayı bulana dek tapınak sessizce bekledi."

" Buranın konaklamak için yapılmış bir han olabileceğini düşünüyorsun." dedi Prens.

" Buraya gelmek için portal açabilme özelliğine sahip bir tür olmak gerek, portal açabilen türlerde sadece insan görünümüne sahip türlerdir. Çünkü inanışa göre, tanrılar büyü yapabilme özelliği olan türleri kendi biçimlerinde yarattı. Buna elfler dahil. Bazı tanrıların sivri kulakları olduğu bilinir." Duvardaki kulakları belirsiz halkı gösterdiğimde, ciddiyetle başını salladı. " Bunu kanıtlayamam tabi, ama öğrendiğimiz bilgileri toplayınca aklıma gelen tek şey bu. Geçmişte krallıkların bir köyü dolduracak kadar bile büyük olmadığını, çadırlarda ve mağaralarda yaşamak zorunda kaldıklarını, hayatlarını göçebe olarak geçirdiklerini ve daha güçlü bir tür saldırdığında yüz yıllardır yaşadıkları topraklarını terk etmek zorunda kaldıklarını düşününce, böyle dünyadan izole edilmiş bir yer cennet gelirdi. Sonra halk yaralarını sarıp belki soğuk kış yada tehlike sona erince, uygun toprak bulup tıpkı geldiklerinde olduğu gibi temiz bir şekilde bırakıp giderlerdi. Herşeyi alıp gitmeleri mantıklı olurdu, çünkü geldiklerinde boştu ve böyle kutsal bir amaca hizmet eden bir yeri kendi türlerinin yarattığı imasında bulunarak kirletmemiş olurlardı."

" Bunu sevdim, birileri tarafından ihtiyacı olan herkese açık bir ev yapılması teorisini." dedi bir asker, duvardaki çizime bakarken.

" Belki tanrılar yaptı." dedi başka bir asker.

" Belki. Var olan ilk türün yaklaşık beş bin yıl önce doğduğuna inanılır. Buda tapınağın var olduğu döneme denk geliyor." dedi Seth askerin yanından.

" Tanrılar ırkçı değildir, büyü dışı türleri almayacağı bir ev yapmak kesinlikle ırkçılık olurdu." dedi Atlas. Neredeyse gülecektim.

" O zaman ilk büyü türleri yaptı ve tapınak onlar gittikten sonra burayı bulan tüm büyü türlerinin evi oldu." dedi başka bir asker. " Ben buna inanmayı seçiyorum." Birkaç asker 'bende' dedi.

" Araştırmaları devam ettireceğiz, ama teoriler bunu göstermese bile herhangi bir ipucu bulacağımızı sanmıyorum. Bu durumda, olası bir olağanüstü halde tapınağı amacına uygun şekilde kullanmak adına, varlığını saklamaktan başka seçeneğimiz kalmıyor." dedi Prens ciddiyetle. " Burada olduğunuz her saniyeyi ve konuşulan herşeyi ihtiyaç duyabileceğimiz güne dek unutun. Bu tapınak olası bir tehlikede kullanılmak adına, kraliyetin sığınağı sayılacak." Askerler hep bir ağızdan ' Emredersiniz, majesteleri.' diyerek geleceğin kralının emrine itaat edeceklerini hissettirdiler. " Yaun ve takımı araştırmaya devam etsin, diğerleri görevine dönebilir." Askerler dağılırken, oturduğum sunaktan atladım. Yere koyduğum çantamı omzumdan geçirirken Seth küçük bir bakışla beni çağırdı. Ona doğru yürürken geriye doğru baktım. Sanki ona baktığımı hissetmiş gibi bana dönen Prens, başımı eğerek verdiğim selama aynı şekilde yanıt verdi. " İyi anlaştınız, Prens genelde sivri dilli kadınlardan hoşlanmaz." dedi Seth, kapıdan çıktığımızda.

" Hangisini yaptın? Övdün mü? Yerdin mi?" Birbirimize attığımız alaylı bakışın ardından açtığı portaldan geçtik. Kütüphanenin giriş kapısındaydık, geldiğim ilk zamanın aksine akşam olmuştu.

" Gidip dinlen, sabaha kadar enerji depola. Yarın, bildiğin büyüler arasında işime yarar birşeyler olup olmadığına bakacağız."

" Tercüman olacağımı sanıyordum, gizli büyülerimle kullanılacağımı değil."

" Gizli büyülerin bugünden itibaren gizli kalamayacak, Alya. Artık kraliyete çalışıyorsun. Ülkenin güvenliği için işimize yarayacak her türlü büyüyü krallığa sunmak senin görevin." Kollarımı kavuşturdum.

" Bunun karşılığında maaşım ne olacak?"

" Krala beklentinin yüksek olduğundan söz ederim." Arkasını dönüp iyi akşamlar dileğinde bile bulunmadan kütüphaneye girdi. Hah.

Arkamı dönerek açtığım portalla eve döndüğümde, sabah kaçta gelmem gerektiğini sormadığımı fark ettim. Belli bir saatim olacak mıydı? Olmayacak mıydı?