Vladis, adımlarını Erion'a daha da yaklaştırarak, yüzünü tam ona çevirdi. "Bu kardeşlik, Nytheria ve lanet... neden ben? Neden başka bir ölümsüz değil?"
Erion, cüretkar bir şekilde Vladis'in bakışlarına karşılık verdi. "Çünkü sen," dedi, sesi alçak ama kesin bir tonda, "onun kanını taşıyorsun. Kolyendeki sembol, yalnızca bir lanet değil, onun gücünün bir parçası. Nytheria, seni geri istiyor. Ve bunun için bütün kardeşlik, seni avlamak ya da... geri getirmek için çalışıyor."
Vladis, bu sözlerin ardından sessiz kaldı. Kolyesine bir kez daha dokundu. Bu sembolün onu lanetlediğini biliyordu, ama onun Nytheria'ya ait olduğunu öğrenmek, hem geçmişine hem de kendisine olan bakışını değiştiriyordu.
"Ve kan büyüsü?" diye sordu Vladis, sesi bir buhar kadar soğuktu.
Erion, bu kez daha temkinli bir şekilde konuştu. "Kan büyüsü, seni Nytheria'ya bağlayan şey. Eğer bu bağ koparılmazsa, o seni her zaman bulacak. Ancak büyüyü kırmak... kolay değil. Bunun için kardeşliğin derinliklerine, onların sakladığı kadim bir metne ulaşmak gerekiyor."
Vladis, derin bir nefes aldı ve Erion'a soğuk bir bakışla döndü. "Eğer bana yalan söylüyorsan," dedi, sesi tehdit doluydu, "bunu telafi etmek için bir ömrün olmayacak."
Erion, sözlerini bitirip nefesini toparlarken, Vladis'in tepkisini dikkatle izliyordu. Artık bu gece daha da karmaşık bir hal almıştı.
Vladis Drakovan, Erion'un her kelimesini dikkatlice dinlerken, yüzündeki ifadeyi bir an olsun değiştirmedi. Ancak gözlerindeki altın sarısı parıltı, içindeki öfkeyi ve sabırsızlığı açığa çıkarıyordu. Yabancının getirdiği bilgiler, geçmişine ve lanetine dair önemli parçaları ortaya koymuştu, ama Vladis, bir vampir lordu olarak, kendi yolunu çizmekten başka bir şeye asla tahammül edemezdi.
Erion'un sözleri daha tamamlanmadan, Vladis aniden ileriye doğru bir adım attı. Ay ışığı, pelerininin kenarlarından süzülen karanlığı bir kılıç gibi yararak bedenini sarmıştı. Uzun boyuyla, Erion'un üzerine gölge gibi çöktü. Yabancı, bu ani hareketin ardından bir adım geriye sendeledi.
"Yeter!" diye kükredi Vladis, sesi malikane duvarlarında yankılandı. Öfkesi, sanki karanlığın kendisine nüfuz etmiş gibiydi. "Senden duyduğum her şey, zaten bildiğim bir gölgenin yankısı. Beni daha fazla yorma, yabancı."
Erion, bir şey söylemek için ağzını açtı, ama Vladis onu konuşmaya fırsat vermeden bir kez daha susturdu. "Ben Vladis Drakovan'ım! Lanetimle yüzleşmek için bir köleye ya da yol göstericiye ihtiyacım yok. Eğer bu tarikatın ya da o lanetli kraliçenin peşine düşeceksem, bunu yalnız yaparım. Senin gibi bir ayak bağına ihtiyacım yok."
Vladis'in sesi, karanlık bir tehdit gibi havada asılı kalırken, Erion'un gözlerindeki kararlılık yerini zorunlu bir kabule bıraktı. Yabancı, başını hafifçe eğerek, kelimelerini dikkatlice seçmeye çalıştı. "Eğer bu yolu yalnız yürümek istiyorsan, sen bilirsin," dedi, sesi kısık ama hala bir uyarı tınısı taşıyordu. "Ama bu tarikat ve Nytheria, düşündüğünden daha derin bir tehdit. Tek başına bir vampir lordu bile olsan, onların planlarının boyutunu küçümseme."
Vladis, bu uyarıya karşı yalnızca soğuk bir bakış attı. "Eğer bu onların planıysa," diye fısıldadı, sesi alçak ama keskin, "o zaman bunu kanlarıyla ödeyecekler."
Vladis, başını çevirerek Erion'un üzerine bir kez daha ağır bir gölge düşürdü. "Şimdi defol," dedi, sesi ölüm kadar soğuktu. "Eğer seni bir kez daha burada görürsem, o zaman ne bir tarikat, ne de bir kraliçe seni kurtarabilir."
Erion, bu sözlerin ardından meşalesini yerden aldı, ama ateşi yeniden yakmak yerine onu kenara bıraktı. Gözleri hala Vladis'in üzerine sabitlenmişti, ama artık orada durmanın bir anlamı olmadığını biliyordu. Birkaç adım geri çekildi, sonra karanlık ormana doğru yavaşça ilerlemeye başladı.
Yabancı uzaklaşırken, Vladis Drakovan arkasından yalnızca bir an baktı, ardından sessizce malikaneye geri döndü. Ay ışığı, eski taş döşemelerin üzerinde donuk bir ışıkla parlıyordu. Kendi lanetinin yükünü ve bu yeni bilgileri düşünerek uzun, taş bir koridordan sessizce ilerledi.
Vladis'in içinde, hem öfke hem de bir tür kararlılık vardı. Nytheria, kardeşlik ve kan büyüsü… Tüm bunlar, Vladis'in geçmişine dair yeni sorular doğurmuştu. Ancak Vladis, tek başına bir avcıydı. Her zaman olduğu gibi, bu tehditleri kendi başına avlamaya ve lanetinin kaynağını kendi elleriyle yok etmeye kararlıydı.
Vladis Drakovan, ağır düşüncelerle yüklenmiş zihnini sakinleştirmek için malikanenin taş döşemeli koridorlarında sessizce ilerledi. Ay ışığı, uzun pencerelerden içeri süzülerek yerdeki tozlu halılar üzerinde solgun desenler yaratıyordu. Ancak bu sakinlik, Vladis'in içinde fırtınalar koparan öfkesini ve lanetine dair yeni öğrendiği sırların ağırlığını dindiremiyordu.
Altın sarısı gözleri hafifçe parladı. Çenesini sıkmış, ellerini pelerininin altına gizlemişti. Adımları kararlı ama sessizdi; bir avcı gibi her hareketinde kontrollüydü. Açlık… yalnızca zihinsel bir yük değildi, fiziksel bir zorunluluk olarak da ona kendini hatırlatıyordu. Kan, hem gücü hem de laneti için vazgeçilmezdi. Şimdi, bu düşünceleri bir kenara bırakıp beslenmek zorundaydı.
Malikanenin devasa kapısına ulaştığında, uzun ve ince parmakları ahşap kapının soğuk yüzeyine dokundu. Derin bir nefes aldı. Kapıyı yavaşça açtığında, gece rüzgarı taş koridorlara dolarak uzun bir ulumanın yankısını getirdi. Ormanın karanlık kokusu, toprağın ve çürümüş yaprakların kokusuyla karışmış bir şekilde burnuna doldu.
Adımları, onu malikaneden dışarı, ormanın derinliklerine taşıdı. Ay ışığı, sık ağaçların dallarından süzülerek yerdeki çimenlere ve nemli toprağa soluk parıltılar bırakıyordu. Vladis, ormanın kokusunu içine çekti. Karanlık gece, ölümsüz bir avcı için bir pelerin gibiydi; onu görünmez kılıyor ve her hareketini gölgelerle gizliyordu.
Yakınlarda bir ses duydu. Hafif bir dal kırılma sesi ve ardından nefes alıp vermenin belli belirsiz yankısı. İnsan... avına yaklaştığını hemen hissetti. Derinleşen açlığı ve damarlarında dolaşan eski kanın çığlığı, onun bu hissi reddetmesine izin vermiyordu.
Karanlığın içinden neredeyse bir gölge gibi kayarak, avına yaklaştı. Genç bir adam, yerde bir şeyler toplamaktaydı; belki de bir avcıydı ya da ormanın derinliklerinde kaybolmuş bir köylü. Üzerinde eski bir deri ceket, belinde basit bir bıçak asılıydı. Ancak Vladis, onun savunmasızlığını ve bu gecede ne kadar yanlış bir yerde olduğunu hemen anlamıştı. Adam, Vladis'in varlığını henüz fark etmemişti; dikkatini yere eğilmiş şekilde bir tuzak mekanizmasına vermişti.
Vladis, sessizce arkasına yaklaştı. Ay ışığı, vampir lordunun yüz hatlarını ve pelerininin karanlığını anlık bir tehdit gibi aydınlattı. Ancak genç adamın bu tehditi fark etmesine imkan kalmadan, Vladis bir anda harekete geçti.
Avcının boynuna bir pençe gibi yapışan eli, onu olduğu yere sabitledi. Genç adam irkilerek bir çığlık atmaya çalıştı, ama Vladis'in hareketi çok hızlıydı. "Sakin ol," diye fısıldadı Vladis, sesi alçak ve tehditkardı. "Bu, senin için yalnızca bir an sürecek."
Vladis, dişlerini adamın boynuna batırdı. Derinin altındaki sıcak kan, damarlarından hızla çekilerek Vladis'in ağzına dolmaya başladı. Bu, onun laneti ve aynı zamanda gücüydü. Kanın demirsi tadı, açlığını yavaşça dindirirken, damarlarına dolan enerji eski bir melodinin yankısı gibi hissediliyordu. Ancak bu, yalnızca açlığını bastırmak için yapılan bir beslenme değildi; bu, aynı zamanda onun ölümsüzlüğünü devam ettiren bir ritüeldi.
Genç adam, birkaç saniye içinde tamamen sessizleşti, vücudu gevşeyerek Vladis'in elinde hareketsiz bir hale geldi. Vladis, onu dikkatlice yere bıraktı, avını öldürmeden çekilmişti. Boynundaki izlerden bir damla kan süzülürken, genç adamın nefesi zayıf ama devam ediyordu. Vladis, bu gece kan dökmenin gereksiz olduğunu hissetmişti.
Elini ağzına götürerek kanın son izlerini sildi, ardından başını gökyüzüne kaldırdı. Ay hala parlak bir şekilde ormanın üzerinde duruyordu, ama bu gece onun ışığı bir avcı için yalnızca bir rehberdi. Vladis'in içindeki açlık tatmin edilmişti, ama zihnindeki sorular hala onu rahatsız ediyordu.
Vladis Drakovan, ilk avının ardından, ormanın karanlık örtüsü altında sessizce ilerledi. Açlığının dinmesine rağmen, gücünü daha da artırmak için birkaç av daha gerçekleştirmesi gerektiğini biliyordu. Ölümsüzlüğün ağırlığı, yalnızca fiziksel bir güçle değil, avcının zihinsel kararlılığıyla da taşınmalıydı.
Ormanın içinden geçerken, bir başka avının varlığını hissetti. Bir kadın, elinde küçük bir fenerle ilerliyordu. Sırtında ağır bir çuval taşıyor, tedirgin adımlarla etrafını kontrol ediyordu. Vladis, sessizce ve hızlıca onu izledi. Ay ışığı, kadının solgun yüzünü ve eski püskü elbisesini aydınlatırken, Vladis harekete geçti.
Gölgeler arasında süzülen bir hayalet gibi kadının arkasında belirdi. Kadın farkına varmadan, ince ve zarif parmakları onun boynuna uzandı. "Endişelenme," diye alçak bir tonda fısıldadı Vladis, sesi hem yatıştırıcı hem de tehditkardı. Dişlerini nazik ama hızlı bir hareketle kadının boynuna geçirip kanının sıcak tadını hissetti. Kadının vücudu gevşerken, Vladis açlığının bir parçasını daha doyurdu ve avını dikkatlice yere bıraktı. Kadın hala yaşıyordu, ama bu gece olanları hatırlamayacaktı.
Bir sonraki avında, karanlıkta odun toplayan bir köylüyü buldu. Adamın gözleri, elindeki baltaya odaklanmıştı. Ancak bu dikkat, Vladis'in gölgelerden aniden ortaya çıkmasıyla bozuldu. Adamın gözleri dehşetle açıldığında, Vladis çoktan boynuna uzanmıştı. Her kurbanıyla birlikte gücünü artırıyor, damarlarında dolaşan yeni kanın getirdiği enerjiyle daha da güçlü hissediyordu.
Bu avların ardından, Vladis Drakovan, malikanesine geri döndü. Artık gücü yenilenmiş, kararlılığı keskinleşmişti. Kapıyı ağır bir şekilde açarak içeriye girdi. Büyük taş koridorlar, onun ayak sesleriyle yankılanırken, Vladis derin bir nefes aldı. Karanlık malikane, onu bir kez daha sarmıştı.
Kütüphanesine doğru ilerledi. Kadim metinlerin dolu olduğu rafların arasında yürüyerek, vampirlerin eski tarihini ve lanetlerini anlatan kitaplara göz gezdirdi. Ancak bu gece okumaktan çok, zihninde bir plan oluşturmak için buradaydı. Nytheria, kardeşlik ve kan büyüsü… Tüm bu tehditler, onun üzerine kara bir gölge gibi çökmüştü, ama Vladis bu karanlıkla yüzleşmek için yalnızca gücüne güveniyordu.
Büyük ahşap masasına oturdu. Şömine, loş bir ışıkla titriyordu; duvardaki gölgeler, hareket eden birer canavar gibi görünüyordu. Vladis, elindeki kolyeyi inceledi. Bu sembol, lanetinin bir parçasıydı ve aynı zamanda onun anahtarıydı. Ancak bu anahtar, bir tuzak mı yoksa bir kurtuluş mu olacaktı?
Kendi içindeki huzursuzluk büyürken, Vladis gözlerini kapatıp bir an için derin bir nefes aldı. Bir sonraki gece, bu lanetin peşine düşecek ve Nytheria'nın gölgesiyle yüzleşecekti. Ama önce hazırlanması gerekiyordu. Malikane, bir vampir lordunun yalnızca sığınağı değil, aynı zamanda bir savaş alanıydı.