Chereads / ZEVK SARAYI / Chapter 4 - 3

Chapter 4 - 3

Günün ilk saatlerinde, yolculuk hızlı bir şekilde başlamıştı. Başkentten çıkıp kuzey yollarına doğru ilerledikçe, taş yollar yerini toprak ve çakıllı yollara bırakıyordu. Çevredeki manzara yavaş yavaş değişmeye başlamıştı. Başkentin civarındaki tarlalar ve köyler, yerlerini açık arazilere, sık ağaçlıklı ormanlara ve dağların uzaktan belirginleşen siluetine bırakıyordu.

Arthur, atının üzerinde dimdik otururken, çevresindeki doğayı dikkatle izliyordu. Yol boyunca geçen birkaç çiftçi arabası, merakla onlara bakıyordu. Özellikle Markon'un heybetli görünümü ve grubun savaşçı havası, yoldan geçenlerin ilgisini çekiyordu. Arthur, bu bakışları görmezden geliyor, dikkati tamamen yolculuğa odaklanmıştı.

Bir süre ilerledikten sonra, Derren atını biraz geriye çekip Elric'e doğru yanaştı. "Elric," dedi hafif bir gülümsemeyle, "Bu ejderha meselesiyle ilgili ne düşünüyorsun? Gerçekten bir ejderhayla karşılaşacak mıyız? Yoksa bir köydeki delinin abarttığı bir hikaye mi bu?"

Elric, gözlerini yoldan ayırmadan cevap verdi. "Bunu bir delinin hikayesi sanıyorsan, Frosthaven'dan gelen haberlere kulak vermemişsin demektir. Köyde hiçbir canlı kalmamış, Derren. Sadece cesetler değil, buz heykelleri. Bu kadar geniş bir tahribatı ne yapabilir sence?"

Derren, omuz silkerek yanıt verdi. "Kim bilir? Belki dev bir büyücü... ya da bir doğa olayı. Ejderhalar, eski masallardan başka bir şey değil."

Markon, onların konuşmasını duyarak araya girdi. "Bu işin ciddiyetini hafife alma, Derren. Arthur bile bu görevi alırken tek bir şikayet etmedi. Eğer ejderha değilse bile, bizi bekleyen şeyin kolay olmayacağı açık."

Arthur, bu konuşmaları sessizce dinliyordu. Her biri haklıydı, ama gerçek olan şuydu ki, Frosthaven'da onları bekleyen şeyin ne olduğunu kimse bilmiyordu. Ancak ejderhanın varlığı gerçekse, bu yolculuğun onları beklenenden çok daha büyük bir tehditle karşılaştıracağından emindi.

Güneş yükseldikçe, ormanlar daha sıklaşmaya, yollar ise daha dar ve engebeli hale gelmeye başladı. Havanın serinliği de bu noktadan sonra hissedilir derecede artıyordu. Kuzeyin daha soğuk ve zorlu bir toprak olduğu biliniyordu ve Arthur'un ekibi bu değişime hazırlıklıydı.

Yolculuk sırasında zaman zaman kısa molalar vererek su ve yiyeceklerini kontrol ettiler. Markon, baltasını sırtından indirip yere yasladı ve durduğu anların birinde ekibine döndü. "Arthur'un her zamanki gibi sessizliğe gömülmesi beni endişelendiriyor. Eminim bir plan yapıyordur ama ejderhalar hakkında ne düşündüğünü açıkça söylemesini isterdim," dedi, hafifçe gülümseyerek.

Arthur, onun bu sözlerini duydu ve hafifçe omzunu silkti. "Düşüncelerim şimdilik bir ejderhadan daha karmaşık. Frosthaven'a ulaştığımızda, doğru soruları sormamız gerekecek. O zamana kadar zihninizi temiz tutun."

Grup, Arthur'un bu sözleri üzerine sessizce başlarını salladı. Onun liderliği, her zaman bir güven kaynağıydı. Yolculukları devam ederken, çevredeki sessizlik giderek daha yoğun bir hal alıyordu. Kuşların cıvıltıları azalıyor, rüzgarın hışırtısı dışında bir ses duyulmuyordu. Bu sessizlik, Arthur ve ekibine Frosthaven'a yaklaştıklarını hatırlatıyordu.

Arashi Krallığı'nın başkenti artık ufukta tamamen kaybolmuştu. Şimdi sadece yolculuk ve onları bekleyen karanlık vardı. Frosthaven'ın harabelerine olan bu yolculuk, sadece fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda efsanelerin, sırların ve kaderin bir buluşma noktası olacaktı.

Arthur ve ekibi, ormanın yoğun ağaçlarının arasından ilerlerken gökyüzü yavaşça kararmaya başlamıştı. Gecenin serinliği çökerken, orman sessizliğe gömülüyordu. Ağaçların arasında cıvıldayan kuş sesleri azalmış, yerini yaprakların hışırtısına ve uzaklardan gelen rüzgar uğultusuna bırakmıştı. Arthur, atının yularını hafifçe çekerek durdu ve ekibine döndü.

"Burada kamp kuruyoruz," dedi, sesi kararlı ama alçaktı. "Geceye devam etmek tehlikeli olur."

Markon başıyla onayladı, Derren ise hemen çevresine bakınarak uygun bir kamp alanı aramaya başladı. Elric, sessizce oklarını ve yayını kontrol ediyor, her ihtimale karşı hazırlıklı görünüyordu. Çok geçmeden genişçe bir açıklık buldular; üzeri büyük ağaçların dallarıyla örtülü, rüzgarı kesen bir alan. Ateş yakmak için kuru dallar toplandı, basit bir kamp ateşi yakıldı ve sıcak alevlerin hafif turuncu ışığı karanlık geceyi aydınlattı.

Arthur, kamp ateşinin yanında otururken kılıcını çıkarıp dikkatlice temizlemeye başladı. Kılıcın pürüzsüz çeliği, ateşin ışığında parlıyor, üzerindeki oymalar ince bir sanat eserini andırıyordu. Diğerleri ise yemeklerini yerken konuşmaya başladılar.

Markon, bir tavşan budu yerken dudaklarının arasından homurdandı. "Voteran Gölü'ne doğru gidiyoruz, değil mi? Oranın lanetli olduğunu söyleyen hikayeleri duymuştum."

Derren, gözlerini devirerek alaycı bir sesle konuştu. "Lanetli mi? Hayır, Markon. Orada bir ejderhanın bizi beklemesi daha olası. Bize bu kadar korkakça hikayelerle gelme."

Elric, yayını kontrol ederken araya girdi. "Voteran Gölü'nün eskiden bir deniz olduğu söylenir. Deniz halkı diye adlandırılan bir peri ırkı da o bölgede yaşarmış. Ama su çekilmiş ve peri halkı denizin dibindeki harabelerle birlikte kaybolmuş. Eğer bir lanet varsa, bu onlardan kalmadır."

Markon, gülümseyerek kocaman bir ısırık aldı. "Tabii ki bir lanet. Her zaman bir lanet vardır. Yoksa bizim gibi savaşçılara neden ihtiyaç olsun ki?"

Arthur, bu konuşmaları sessizce dinliyordu. Gözleri kılıcının üzerinde dolaşıyor, ama zihni çoktan ilerideki göl ve ejderha ihtimaliyle meşguldü. Derin bir nefes alarak kılıcını kınına yerleştirdi ve ayağa kalktı. "Bu hikayelerin gerçek olup olmadığını yarın öğreniriz," dedi kısaca, sesinde ciddi bir ton vardı. "Herkes dinlenmeli. Sabah erken yola çıkacağız."

Sabah olduğunda, orman altın ışıklarla yıkanıyordu. Ağaçların dalları arasından süzülen güneş ışığı, zemine küçük dans eden ışık huzmeleri bırakıyordu. Grup, kampı topladı ve yola koyuldu. Ormanın yolu daralıp yoğunlaştıkça havadaki serinlik artmaya başladı.

Bir süre sonra ağaçlar aralandı ve grup bir açıklığa çıktı. Önlerinde uzanan manzara nefes kesiciydi: Voteran Gölü. Devasa bir ayna gibi duran göl, berrak yüzeyine dağların ve gökyüzünün yansımasını almıştı. Uzakta, gölün karşı tarafında görkemli bir dağ yükseliyordu. Güneş, dağın sağ üstünden vuruyor, dağ ve göl arasında altın bir parıltı yayıyordu. Su, pürüzsüz ve hareketsizdi; gölün yüzeyinde tek bir dalgalanma bile yoktu. Bu sessizlik, hem büyüleyici hem de garip bir şekilde tedirgin ediciydi.

"İşte burası," dedi Arthur, atını durdurarak. Gölün güzelliği karşısında bir an için sessizleşti. Arkasından Markon konuştu: "Güzel görünüyor... Ama yine de insanın tüylerini diken diken eden bir havası var."

Elric, gözlerini göle dikti ve fısıldadı. "Voteran Gölü... Su gibi sakin, ama derinlerde ne sakladığını kimse bilemez."

Derren, atını hafifçe sürerek öne çıktı. "Bu gölü dolaşmamız gerekecek. Yüzmek mi? Hayır teşekkürler. Peri masallarına inanmasam da suyun dibinde tuhaf şeyler olduğunu düşünecek kadar akıllıyım."

Arthur başıyla onayladı. "Evet, göl çok büyük. Etrafını dolanmak zaman alacak, ama güvenli olan yol bu. Derin sular, savaş alanımız değil."

Grup, gölün kenarına inerek ilerlemeye başladı. Ancak bir süre sonra Arthur, tuhaf bir şey fark etti. Kulaklarında hafif bir çınlama sesi vardı. Başta belli belirsizdi, ama birkaç adım attıktan sonra yoğunluğu artmaya başladı. Sanki çok uzaktan gelen bir melodi gibi, ama aynı zamanda zihnine doğrudan bir mesaj taşıyormuş gibiydi.

Duraksadı. Etrafına baktı, ama diğerleri bu sesi fark etmiş gibi görünmüyordu. Çınlama, her adımda biraz daha yoğunlaşıyor, kafasının içinde yankılanıyordu. Bir an için kendini dengesini kaybedecek gibi hissetti.

"Arthur? Bir şey mi oldu?" diye sordu Markon, onun duraksadığını fark ederek. Diğerleri de Arthur'a dönmüş, gözlerindeki tedirginlikle bekliyorlardı.

Arthur, elini kaldırarak onları durdurdu. "Bir şey yok," dedi, ama sesinde bir kararsızlık vardı. Çınlama, onu rahatsız edecek kadar yoğunlaşmıştı. Gözlerini gölün pürüzsüz yüzeyine dikti. Suyun berraklığı, ona bir şeyler vaat ediyormuş gibi parlıyordu.

Bir süre daha bu çınlamayı takip ederek ilerledi ve sonunda tamamen durdu. "Siz ilerleyin," dedi sert bir tonla. "Etrafı kontrol edin. Eğer bir şey görürseniz haber verin."

Derren, tereddütle başını salladı. "Emin misin? Bu gölde bir şeylerin olduğunu söylediler..."

Arthur, ona ciddi bir bakış attı ve Derren sustu. Diğerleri sağa sola dağılırken Arthur, kendini gölün kenarında buldu. Çınlama sesi burada daha yoğundu, ama aynı zamanda daha anlaşılır bir hale gelmişti. Bir çağrı gibi, bir fısıltı gibi... Dizlerini hafifçe bükerek göle doğru eğildi.

Gölün yüzeyi hala pürüzsüzdü. Arthur, bir süre boyunca sadece bakmayı sürdürdü. Hiçbir şey olmuyordu. Kendi zihniyle savaşır gibi, "Aptalca... Hepsi bir kuruntu," diyerek kendi kendine alaycı bir şekilde mırıldandı.

Tam arkasını dönüp gitmek üzereyken, suyun yüzeyinde hafif bir hareketlenme oldu. İlk başta bir dalgalanma gibiydi, ama ardından daha belirgin hale geldi. Suyun derinliklerinden bir şey, yukarı doğru hareket ediyordu…

Arthur, gölde oluşan minik girdapların kaybolmasını izlerken, kafası bir yandan çınlayan sese, bir yandan gördüğü tuhaf harekete takılmıştı. Gölün yüzeyi yeniden sakinleşmiş gibi görünse de, sanki havada gerilim dolu bir sessizlik asılı kalmıştı. O anda, bir şey oldu. Suyun derinliklerinden aniden bir şey fırladı. O kadar hızlı hareket etmişti ki, Arthur'un gözleri hareketi yakalayamadı. Sadece bir anlığına, havada yankılanan derin ama hafif kanat çırpışı sesi duyuldu.

Arthur hızla arkasını döndü, eli refleksle kılıcının kabzasına gitti. Ancak baktığı her yer bomboştu. Gözleri ağaçların arasını, gölün kenarını ve hatta gökyüzünü taradı, ama hiçbir şey yoktu. Geriye döndüğünde, göle tekrar baktı ve nefesini tuttu.

Gölün üzerinde, suyun birkaç metre yukarısında, hafifçe uçan bir figür duruyordu. Arthur, gözlerini kıstı, gördüğüne inanamıyordu. Pembe, ince ve zarif kanatlara sahip, neredeyse bir çocuk boyutunda olan bir peri kızı, gölün üzerinde süzülüyordu. Varlığı gerçek olamayacak kadar güzeldi. Küçük figür, mini bir elbiseyle zarifçe hareket ediyor, kanatlarının her çırpışı havayı yumuşak bir şekilde hışırdatıyordu. Parlayan gözleri ve yaramazca kıvrılmış dudakları, Arthur'a hafifçe gülümsüyordu.

Peri kızı, suyun üzerinde sağa sola zarifçe süzülerek uçtu. Arada bir kendi etrafında dönüyor, adeta Arthur'la dalga geçer gibi hareket ediyordu. Arthur, bir an gözlerini kırptı, bu görüntünün bir yanılsama olabileceğini düşündü. Ama peri kızı, varlığını gerçekliğe meydan okuyan bir şekilde sürdürüyordu.

Peri kızı bir anda hafifçe uçup Arthur'a yaklaştı. Parlayan yüzü, ona tatlı ama bir o kadar da oyuncu bir ifade katıyordu. "Merhaba," dedi, sesi şeffaf bir çan sesi gibi yankılandı.

Arthur, bir adım geriledi, yüzünde şaşkınlık ve ihtiyatın izleri vardı. "Merhaba," dedi, sesi sert ama temkinliydi. Gözleri, peri kızının her hareketini izliyor, bunun gerçek olup olmadığını anlamaya çalışıyordu.

Peri kızı, Arthur'un bu mesafeli tavrına hafifçe gülümsedi. Kanatlarını yavaşça çırparak havada döndü ve yumuşak bir sesle konuştu. "Ne oldu? Gerçek mi değil mi diye mi düşünüyorsun? Eğer istersen, dokunabilirsin," dedi, sesi bir alay ve eğlence tonuyla doluydu.

Arthur, bir an tereddüt etti. Ama peri kızı ona daha da yaklaşarak gözlerinin içine baktı. "Hadi ama," dedi, yüzünde cesaret verici bir ifade vardı. "Gerçek olduğumu anlamanın tek yolu dokunmak, değil mi?"

Arthur, elini yavaşça uzattı. Peri kızının üzerindeki ince, parlak elbiseye dokunduğunda, elbisenin dokusu beklenmedik derecede gerçek ve sıcaktı. Arthur, dokunduğu anda peri kızı hafifçe kıkırdadı ve başını yana eğerek ona baktı. "İkna oldun mu?" dedi.

Arthur, elini geri çekti ve yüzündeki şaşkınlık yerini dikkatli bir ifadeye bıraktı. "Evet... Gerçeksin. Ama sen kimsin? Ne istiyorsun?"

Peri kızı, havada hafifçe dönerek arkasını gösterdi ve tekrar Arthur'a bakarak gülümsedi. "Benim adım Lavi," dedi. "Bir zamanlar Voteran halkının en iyi platform inşacılarından biriydim. Su altındaki şehirlerimizde öyle güzel yapılar, öyle karmaşık geçitler inşa ederdim ki herkes hayran kalırdı. Ama... artık işler değişti. Irkım kayboldu, bu göl onların hatırası ve benim hapishanem oldu."

Arthur, Lavi'yi sessizce dinlerken, sözlerinin ardındaki anlamı çözmeye çalışıyordu. Lavi, hafifçe süzüldü ve Arthur'un göz hizasına geldi. "Şimdi ise... birini sınamak, birini zorlamak ve birilerinin yeteneklerini ölçmek için platformlar hazırlıyorum. Ama sadece herkes için değil. Özel olanlar için. Senin gibi..."

Arthur, kaşlarını çattı. "Benim gibi mi? Ne demek istiyorsun?"

Lavi, alaycı bir şekilde gülümsedi ve gözlerini devirdi. "Ah, seni yıllardır izliyorum, Arthur. Bunu nasıl anlamıyorsun? Cesaretin, zekan, gücün... Hepsi gözümün önünde. Ama bunu kanıtlaman gerekiyor. Eğer ejderhanın yerini öğrenmek istiyorsan, benim hazırladığım platform dizisinde bir oyuna katılman gerekiyor."

Arthur, duyduklarına inanmakta güçlük çekiyordu. "Bir oyun mu? Ve bu oyunu kazanmadan ejderhanın yerini öğrenemem mi?" dedi, sesi şüpheliydi.

Lavi, başını iki yana sallayarak hafifçe güldü. "Hayır, Arthur. Bu kadar kolay değil. Ama kazanırsan, ejderhanın saklandığı yeri sana göstereceğim. Hem, eğlenceli olacağını düşünüyorum."

Arthur, bir an düşündü. Bu teklif, mantık dışı görünüyordu, ama gölde Lavi'nin varlığı da öyleydi. Ejderhanın yerini öğrenmenin bir yolu olabilirdi. Sonunda derin bir nefes aldı ve Lavi'ye doğru eğilerek başıyla onayladı. "Tamam. Kabul ediyorum."

Lavi, yüzünde büyük bir gülümsemeyle sevinçle kanatlarını çırptı. Havada küçük daireler çizerken, parlayan tozlar etrafa saçılıyordu. "Mükemmel! Öyleyse, başlıyoruz!" dedi neşeyle.

Lavi, sağ elini havaya kaldırarak eğlenceli bir yarım daire çizdi. Aniden, gökyüzünde parlak bir toz bulutu belirdi.

1 saniye: Lavi'nin eli havada dans ederken ışıklar yanıp söndü.

2 saniye: Havada parlayan peri tozları yayıldı, göl ve çevresi hafif bir pusla örtüldü.

3-4 saniye: Arthur'un ayakları yerden kesildi, vücudu hafifçe yükselmeye başladı.

5-6 saniye: Gözleri karardı, sanki her şeyden kopmuş gibiydi.

7 saniye: Parlak bir ışık seli, onu uçsuz bucaksız bir boşlukta taşıdı.

8-9 saniye: Boşluğun yerini yeniden karanlık aldı, bilinmeyen bir yere düşüyordu.

10. saniye: Arthur, sert bir şekilde zemine çarptı. Her şey durdu.

Arthur, zemine sert bir şekilde çarptığında, nefesi bir anlığına kesildi. Göğsünden çıkan boğuk bir ses, havada yankılanırken yüzü istemsizce acıyla buruştu. Zihni tamamen boşalmıştı, ama birkaç saniye sonra, karanlık bilinçsizliğin içinden, yalnızca Lavinya'nın o çocuksu ama alaycı gülümsemesini ve pembe kanatlarının süzülüşünü anımsayabildi. Hafifçe dalgalanan mini elbisesi ve uçuşan parlak peri tozları, zihninde canlı bir görüntü olarak kalmıştı.