O sırada uzanmış gibi duran, ama aslında konuşmaları dikkatle dinleyen Elric, esneyerek doğruldu. Elric, grubun sessiz ama stratejik beyni sayılırdı. Hafif zırhının altındaki deri kıyafetleri, sık sık yaptığı ok ve yay talimlerinden aşınmıştı. Kıvırcık koyu sarı saçlarını düzelterek konuştu. "Bana kalırsa hepiniz fazla konuşuyorsunuz," dedi sakince. "Arthur birazdan hepimizi bir günlüğüne dinlenmeye zorlayacak, çünkü yarın zor bir yolculuk bizi bekliyor. Şu anda kavgayı bırakıp uyuyalım."
Arthur, Elric'in sözlerine karşılık hafifçe gülümseyerek başını salladı. "Elric haklı. Bugünlük hepinize izin. İyi bir yemek, biraz uyku ve ekipmanlarınızın eksiklerini gidermek için zaman ayırın. Çünkü yarın bu rahatlığı bulamayacağız."
Derren hafifçe başını eğerek Arthur'a döndü. "Komutan, bu kadar ciddi konuşmana gerek yoktu. Yine de bizi yemek ve uykuya göndereceksen, bence buna 'liderlik sanatı' diyelim."
Arthur, hafifçe omzunu silkti ve Derren'ın hafif mizahına aldırmadan ekibine baktı. "Emin olun, siz benim bugüne kadar gördüğüm en gürültülü gruplardan birisiniz. Ama en yetenekli olanlardan da," dedi, sesindeki ciddiyetle mizah arasında bir denge kurarak. "Yarın güneş doğmadan önce yola çıkacağız. Frosthaven'da bizi neyin beklediğini bilmiyoruz, ama bu yolculuk sıradan bir keşif olmayacak."
Ekip üyeleri bu sözlerin ağırlığını anlamıştı. Markon hafifçe başını salladı, Derren elindeki hançeri kemerine geri koydu ve Elric, ciddi bir ifadeyle ayağa kalktı. Hepsi, bu yolculuğun Arashi için ne kadar önemli olduğunun farkındaydı. Arthur, ekibine son bir kez baktıktan sonra sessizce odadan ayrıldı.
Arthur'un içinde, yaklaşan görevle ilgili bir kararlılık vardı. Ama aynı zamanda, Frosthaven'ın harabelerinde onu bekleyen şeylere dair içten içe büyüyen bir endişe de hissediyordu.
Arthur, sarayın koridorlarından ayrılıp kendisi için ayrılmış eve doğru ilerlerken, başkentin huzurlu ama hareketli atmosferi bir kez daha ona eşlik ediyordu. Hafif bir rüzgar, pelerinini hafifçe dalgalandırıyor, zırhının üzerine düşen ay ışığı, onun çevresinde ince metalik bir parlaklık oluşturuyordu. Şehrin taş yolları ve yan yana sıralanmış dükkanları, sıradan bir gün gibi görünse de, Arthur için bu gece yaklaşan tehlikenin gölgesindeydi. Kapısına geldiğinde derin bir nefes alarak ağır ahşap kapıyı açtı ve içeri adım attı.
Ev sade ama işlevseldi. Köşede duran bir çalışma masası, kenarda bir zırh askısı, birkaç raf dolusu kitap ve bir köşede düzenli bir şekilde katlanmış birkaç eşya vardı. Arthur, kılıcını sırtından çıkarıp masanın üzerine bıraktı, zırhını tek tek çıkararak kenardaki askıya astı. Her hareketi dikkatli ve bilinçliydi, çünkü yarına dair hiçbir şey garanti değildi. Çıplak kolları, yıllarca süren savaşların ve görevlerin izlerini taşıyordu; ince kesikler, hafif yanık izleri ve kaslı bir yapıya sahip güçlü kolları, onun ne kadar zorlu bir yaşam sürdüğünü anlatıyordu.
Masasının üzerine eğildi ve Frosthaven ile ilgili kraldan aldığı notu bir kez daha açtı. O buz gibi nefes, harabeye dönen köy ve tamamen donmuş hayatların hikayesi... Zihni, bir anlığına bu görüntülerle doldu. "Bir ejderha…" diye fısıldadı kendi kendine. "Efsane olduğunu sandığımız bir yaratık…" Kısa bir süre gözlerini kapattı, parmaklarını kaşlarının arasına bastırdı ve derin bir nefes aldı. Son görevden yeni dönmüş olmasına rağmen, içindeki yorgunluğu bastırmaya çalışıyordu.
Arthur, birkaç kontrol daha yaptıktan sonra yatağına geçti. Zihni hâlâ Frosthaven'a doğru yapacağı yolculukta nelerle karşılaşacağına dair bir dizi düşünceyle meşguldü. Ancak bu düşünceler, bedeninin yorgunluğuna karşı koyamadı. Başını yastığa koyduğunda, uykuya dalmadan önce aklında beliren son şey, Frosthaven'ın harabelerinde onu bekleyen karanlık sorular oldu.
---
Bu sırada, Arthur'un ekibi saray yakınındaki bir hana yerleşmişti. Üç adam, küçük bir masanın etrafında toplanmış, üzerlerinde hala yolculuktan kalan tozlu zırhlarıyla oturuyorlardı. Masanın üzerindeki küçük kandil, onların yüzlerini loş bir ışıkla aydınlatıyordu. Her biri biraz yorgun, ama konuşmaktan ve şakalaşmaktan geri durmuyordu.
Markon, önündeki büyük birahane bardağını kaldırarak bir yudum aldı ve masaya geri koyarken geniş omuzlarını geriye yasladı. "Ah, bu görevler... Biz neden her zaman tehlikeli olanlara seçiliyoruz, ha? Kuzeydeki son görevimizi hatırlıyor musunuz?" dedi, yüzünde hafif bir sırıtışla. "Şu lanetli mağarayı temizlemeye gittiğimizde elimizdeki haritanın yanlış olduğunu fark ettiğimizde... Bir de o mağara ayılarından biri üstüme atladığında ne demiştiniz?"
Derren kahkahasını zor tuttu, gözleri kurnazca parlıyordu. "Demiştik ki, Markon, o ayı seni severek yemeye karar verdi! Bence tatlı göründüğünü düşündü!"
Elric, hafifçe başını salladı ve sakin bir sesle konuştu. "Gerçekten saçmalıyorsun, Derren. Ayıların tatlı yiyecek sevdiğini biliyoruz, ama Markon mu? Hiç sanmıyorum. Daha çok tahta bir yontmayı andırıyor."
Markon, sert ama alaycı bir şekilde masaya hafifçe vurdu. "Ah, çok komiksiniz. Ama o mağarada hanginiz beni kurtardı? Tabii ki ben kendimi kurtardım. Şimdi kahramanlığı başkasına yüklemeye kalkmayın."
Derren, bardaktaki içkisini bitirirken başını iki yana salladı. "Evet evet, sen bizim kahramanımızsın, Markon. Bu yüzden sen önden gidiyorsun ve ayıları ya da ejderhaları önce senin kucaklamanı izliyoruz."
Elric, onları izlerken yüzünde hafif bir tebessüm belirdi. "Komutan bu kadar şakalaştığınızı duysa sanırım sizi geri gönderirdi."
Markon, daha ciddi bir ifadeyle bardağını masaya koydu. "Arthur'un bizi götüreceği yer... Frosthaven hakkında neler biliyoruz? Duyduğum kadarıyla orası tamamen donmuş durumda." dedi. Bu sefer sesinde hafif bir endişe vardı.
Derren, omuz silkerek hançerini kemerinden çıkarıp masanın üzerinde çevirmeye başladı. "Bir köy... Bir ejderha... Bir grup donmuş ceset... Bütün bu hikayeler, sanki bir masaldan fırlamış gibi. Ama eğer gerçekten bir ejderha varsa, işimiz zor."
Elric, kaşlarını hafifçe çatarak konuştu. "Ejderhaların efsanelerde kaldığını sanıyordum. Ama Arthur'un gözlerine baktım, Frosthaven'ın adını duyduğunda. O da biliyor, bu sıradan bir iş değil. O köyde başka şeyler de bulacağız."
Markon, derin bir nefes alarak sırtını sandalyeye yasladı. "Arthur bizi bugüne kadar hayatta tuttu. Eğer bizi oraya götürüyorsa, bir sebebi vardır. Ama şu kesin ki, bu görev... sıradan olmayacak."
Masada kısa bir sessizlik oldu. Her biri, yaklaşan tehlikenin ağırlığını hissetmişti. Ancak hepsi, Arthur'un liderliğine güveniyordu. Birkaç saniyelik sessizlikten sonra Derren hafif bir tebessümle konuştu. "Peki, o zamana kadar biraz uyuyalım. Çünkü Markon'un sabah bizi nasıl ayılardan koruyacağını görmek için sabırsızlanıyorum."
Markon homurdanarak ayağa kalktı. "Sana o ayıları unutturacağım, Derren. Söz veriyorum."
Ve böylece ekip, hafif mizahi bir tonda ama içinde ciddi bir ağırlık barındıran konuşmalarıyla gecenin kalanını geçirdi. Ancak her biri, Frosthaven'ın buzlu harabelerine yapılacak bu yolculuğun sıradan bir macera olmadığını çok iyi biliyordu.
Güneşin ilk ışıkları, Arashi'nin taş sokaklarına süzülmeye başlamıştı. Sabahın serinliği, başkentteki yaşamı yavaş yavaş uyandırıyordu. Tüccarlar, tezgahlarını kurmak için erkenden sokaklarda belirirken, Arthur ve ekibi tamamen farklı bir hazırlık içerisindeydi. Gökyüzü, altın rengi bir şafakla aydınlanırken, Arashi'nin kuzeyine doğru yapılacak zorlu bir yolculuk için zaman gelmişti.
Arthur, kendisine ayrılan evin kapısını açtığında, zırhı ve pelerini çoktan kuşanmıştı. Yüzünde ciddi bir ifade vardı, ama gözlerindeki kararlılık her zamankinden daha keskindi. Derin bir nefes alarak başını kaldırdı ve şehrin surlarına doğru bir an baktı. "Frosthaven... Bizi bekliyor," diye fısıldadı kendi kendine.
Elindeki kılıcı kılıfına yerleştirdi, zırhının kayışlarını bir kez daha kontrol etti ve yavaşça sarayın dışında bekleyen ekibine doğru ilerledi. Taş döşeli yolda yürürken ayak sesleri sabah sessizliğini delip geçiyordu.
Ekibi çoktan hazırlanmıştı. Markon, iri yapısı ve parlak zırhıyla, sabah ışığında adeta bir kule gibi duruyordu. Omzuna asılı büyük baltası, onun bir savaşta asla geri adım atmayacağını gösteriyordu. Derren, hafif deri zırhının üzerine pelerinini giymiş, bir elinde küçük bir hançerle oynamaya devam ediyordu. İnce yapısıyla dikkat çeken Derren, her zaman hızlı ve çevikti; bu yolculukta da bu özellikleri işe yarayacaktı. Elric ise ok ve yayını sırtına asmış, her zamanki sakin ifadesiyle onları izliyordu. Hafif bir deri göğüslük ve kumaş pantolon giyen Elric, grubun stratejik zekasını temsil ediyordu.
Arthur, ekibinin önüne geldiğinde bir an durdu ve onları baştan aşağı süzdü. "Hazır mısınız?" diye sordu, sesi otoriter ama içinde hafif bir sıcaklık barındırıyordu.
Markon hemen cevap verdi, sesi gururluydu: "Komutan, her zamanki gibi hazırız. Ama söylemeliyim, Frosthaven'daki o ejderha, benim gibi bir savaşçıyı hak etmiyor. Belki biraz daha dişli bir yaratık buluruz."
Derren gülerek araya girdi: "Evet, Markon. Ejderha seni görür görmez teslim olacaktır, çünkü seni bir kalkan gibi kullanmayı düşünüyordur."
Elric, gülümsememeye çalışarak hafifçe başını salladı. "Yine konuşmalarımız ciddiyetten uzaklaşıyor. Arthur'un sabrını fazla zorlamayın."
Arthur, bir köşede sabırla dinlerken hafifçe gülümsedi. "Sizi saraya götürmeyeceğime pişman edeceksiniz," dedi, sesi alaycıydı ama hala ciddi bir tını taşıyordu. Ardından eliyle ekibi öne doğru işaret etti. "Hadi, artık yola koyulmalıyız."
---
Kraliyet sarayının dışındaki büyük kapılar, bu sabah her zamankinden daha kalabalıktı. Bazı askerler, Arthur ve ekibini uğurlamak için sıralanmıştı. Halkın bir kısmı da bu önemli görevi üstlenen savaşçıları görmek için kapılara kadar gelmişti. İnsanlar arasında, savaşçıların başarı dilekleri fısıltılar halinde yayılıyordu.
Kapının yanında duran bir kraliyet muhafızı, Arthur'a doğru bir adım atarak saygıyla eğildi. "Majestelerinin emirlerini yerine getirmeniz için tüm hazırlıklar yapıldı, Arthur. Atlarınız dışarıda hazır bekliyor."
Arthur, teşekkür anlamında başını hafifçe eğdi ve muhafızlara doğru ilerledi. Ekibi, yanında sıralanmış halde sessizce bekliyordu. Derren'ın yüzünde her zamanki gibi bir gülümseme vardı, Markon ise ciddi bir duruşla kalabalığı süzüyordu. Elric, gözlerini yavaşça uzak ufka dikmişti; onun aklı çoktan yolculuğun detaylarına odaklanmıştı.
Arthur, muhafızlardan atını teslim alırken gözleri beyaz kürkle süslenmiş deri eyerin üzerine takıldı. Atının siyah yelesi, sabah ışığında parlıyordu. Diğer atlar da aynı özenle hazırlanmıştı; üzerlerinde su ve erzak taşımak için tasarlanmış deri torbalar asılıydı. Bu yolculukta karşılaşacakları tehlikeler için ihtiyaç duyabilecekleri her şey düşünülmüştü.
Atına binerken bir kadın sesi Arthur'a seslendi. "Komutan Arthur!" Arthur, sesin geldiği yöne döndüğünde genç bir kadını gördü. Kadın, elinde küçük bir bez keseyle ona yaklaşıyordu. Arthur, atından hafifçe eğilerek kadını dinledi.
"Bu, Frosthaven'dan hayatta kalan tek şey... Bir çocuk bunu bana getirdi. Belki işinize yarar," dedi kadın, sesi titrek ama içten bir tondaydı. Arthur, keseyi aldı ve içine baktı. İçinde küçük bir buz kristali vardı; donmuş gibi görünen ama dokunduğunda soğuk olmayan bir şeydi. Arthur, kadına hafifçe başını eğdi. "Teşekkür ederim. Belki bu, o köyde olanlara ışık tutabilir."
Kadın geri çekilirken Arthur, keseyi dikkatlice kemerine yerleştirdi. Ardından ekibine dönerek kısa bir komut verdi: "Hadi, gidiyoruz."
Kapılar ağır bir şekilde açılırken taş zeminlerin üzerinde yankılanan at nallarının sesi, halkın arasında bir uğurlama sessizliği bıraktı. Arthur ve ekibi, şehrin surlarını geçip kuzeye doğru ilerlerken, arkalarında yalnızca umut ve bilinmezliğin izlerini bırakıyordu.
Gökyüzü hala aydınlıktı, ama Frosthaven'a yaklaştıkça karanlıkların ve soğuk rüzgarların onları beklediğini biliyorlardı. Yolculuk, yalnızca fiziksel bir mücadele değil, aynı zamanda geçmişin karanlık sırlarını çözme savaşı olacaktı.
Şehrin taş surları, güneşin ilk ışıklarıyla altın bir ışıltıya bürünmüştü. Arashi'nin gururlu başkenti, sabahın serin rüzgarıyla uyanıyordu. Taştan kemerli kapılar ve görkemli kuleler, parlak mavi gökyüzüne doğru yükseliyor, şehir adeta bir krallık mührü gibi arkasında kalanları selamlıyordu. Arthur, atının sırtında dik bir şekilde otururken, uzaklaşan manzaraya dönüp bir an için arkasına baktı.
Kılıcının kabzası, güneşin ışığını hafifçe yansıtırken, yüzünde kararlı bir ifade vardı. Şehrin surlarını ve uzaklaşan kuleleri izlerken derin bir nefes aldı. Burayı terk ederken içinde hem bir gurur hem de sorumluluğun ağırlığı vardı. Arashi, onun evi ve koruması altında olan bir topraktı. Ama bu yolculuk, sadece köylerden birini kurtarmaktan daha büyük bir anlam taşıyordu. Bu, geçmişin unutulan dehşetlerinin yeniden dirilişiyle yüzleşmekti.
Arkasında kalan şehir, her geçen adımla biraz daha küçülüyor, ihtişamını ufukta kaybolan bir siluet gibi bırakıyordu. Taş surlar ve kuleler, sabah ışığının altında hala parlıyor, ama Arthur'un gözünde giderek birer anıya dönüşüyordu.
"Hala dönüp bakıyorsan, komutan, bu yolculuktan hiç dönmeme ihtimalimizi mi düşünüyorsun?" dedi Derren, sesi hafif bir mizah taşıyordu ama altında ciddiyetin izleri vardı.
Arthur, bakışlarını uzaklaşan surlardan ayırmadan cevap verdi. "Hayır. Dönüp bakıyorum, çünkü bazen neden savaştığımızı hatırlamamız gerekir."
Derren, Arthur'un bu ciddi yanıtıyla hafifçe gülümsedi ama fazla konuşmadı. Ekibin geri kalanı da sessizdi. Markon'un iri bedeni atının sırtında sanki bir kule gibi duruyordu. Baltası, sırtında asılı bir savaş çağrısı gibiydi. Elric ise Arthur'un hemen yanında, oklarının iplerini kontrol ederek ilerliyordu. Onun bakışları ise daima ufuktaydı; hiçbir şeyin dikkatinden kaçmadığından emin olmak istiyordu.