Buzdan Nefesin Gölgesi
Uzak dağların ardından gelen uğultu, Arashi'nin sınır köylerinden biri olan Frosthaven'da yankılandı. Bu köy, dağların sarp yamaçlarına yaslanmış, rüzgarların buz gibi estiği ama halkının dirençli ve çalışkan olduğu bir yerdi. Evler taş ve ahşap karışımıyla inşa edilmiş, bacalarından sürekli tüten duman, bu soğuk diyarlarda yaşamın devam ettiğini gösteriyordu. Ancak o gün, Frosthaven'ın halkı huzurlu bir sabaha uyanmadı.
Güneş henüz doğmamışken, derin bir uğultu köyün sessizliğini paramparça etti. Bu, ne bir rüzgarın sesiydi ne de bir hayvanın. Bu, doğanın ötesinde bir şeydi; gücünü kadim efsanelerden alan, korkuyla karışık bir çaresizlik uyandıran bir yankıydı. Köyün yaşlılarından biri, yatağından kalkıp pencerenin buzlu camına yaklaştı. Parmakları titrerken camın buzunu silip dışarı baktı. İlk başta hiçbir şey göremedi; yalnızca karanlık dağların gölgesi vardı. Ama sonra, o gölge hareket etti.
Dağların zirvesinden, gökyüzünde devasa bir siluet süzülerek aşağı iniyordu. Kanatlarının her çırpışı, dağların arasındaki rüzgarı daha da sertleştiriyor, yere değen her nefes buz gibi bir sisle toprağı kaplıyordu. Köylüler, bu kadim tehdidin farkına vardıklarında çok geçti. Kadınlar çocuklarını kucaklarına alıp evlere koşuyor, erkekler ise baltalarını, tırpanlarını ve av tüfeklerini kapıp bu tehdide karşı koyabileceklerini umuyordu. Ancak bu, onların son umutlarının bir yansımasından başka bir şey değildi.
Ejderha, Frosthaven'ın üzerinde süzülürken, kanatlarının devasa gölgesi köyü tamamen karanlığa gömdü. Gümüş rengi pullarla kaplı, kışın şiddetinden daha acımasız olan bu yaratık, buzdan nefesiyle halkın son sığınağını dondurmak üzereydi. Ağzını açtığında, dişleri kristal kadar keskin, gözleri ise soğuk bir çeliğin parıltısını taşıyordu. Bir anda gökyüzü buz mavisi bir ışıkla doldu. Ejderhanın nefesi köyün merkezine ulaştığında, her şey kristalleşti. İnsanlar, hayvanlar, su kuyusu, hatta ağaçlar... Hepsi birer buz heykeline dönüştü.
Frosthaven bir anda ölüm sessizliğine gömüldü. Ejderha, bu zaferinin ardından gökyüzüne yükseldi ve kadim dağların gölgesine geri çekildi. Ancak onun saldırısı, yalnızca bir köyü yok etmekle kalmamıştı. Arashi Krallığı'na, unutulmaya yüz tutmuş bir dehşetin geri döndüğünü hatırlatıyordu.
---
Arashi'nin başkenti, Frosthaven'ın trajedisinden çok uzaktaydı. Başkentte hayat, her zamanki gibi ihtişamlı ve canlıydı. Kalabalık pazar yerleri, tüccarların sesleri ve halkın kahkahalarıyla doluydu. Ancak bu huzur, Frosthaven'dan gelen haberlerin saraya ulaşmasıyla tamamen yok oldu.
Kraliyet sarayında, taştan yapılmış uzun sütunlar ve altın işlemelerle süslenmiş büyük toplantı odası, o günün sabahında sessiz ve kasvetliydi. Arashi Kralı Althar, tahtında oturmuş, gelen haberlerin ağırlığıyla kaşlarını çatmıştı. Althar, savaşı görmüş bir kraldı; güçlü kolları, savaş meydanlarında kılıç tutmuş ve zaferler kazanmıştı. Ancak Frosthaven'dan gelen haberler, onun bile yüzüne derin bir kaygı yerleştirmişti.
Tahtın iki yanında, kraliyet danışmanları ve generaller sıralanmıştı. Her biri, hem merak hem de endişeyle bir haberciyi dinliyordu. Haberci, titreyen bir sesle konuşmaya başladı:
"Majesteleri, Frosthaven... Tamamen yok oldu. Ejderha, köyü buzdan nefesiyle harabeye çevirdi. Ne insan ne hayvan... Hiç kimse hayatta kalmadı."
Odanın içine bir uğultu yayıldı. Danışmanlardan biri, gri sakallarını sıvazlayarak konuştu:
"Ejderhalar... Bunların soylarının tükendiğini sanıyorduk. Kadim masalların birer hayal ürünü olduğu söylenirdi. Peki bu yaratık neden şimdi ortaya çıktı?"
Başka bir danışman, kılıcını yere vurdu: "Sebep ne olursa olsun, bu tehdit derhal durdurulmalı. Bu yalnızca bir başlangıç olabilir. Eğer harekete geçmezsek, Frosthaven gibi daha birçok köy bu akıbeti paylaşacaktır."
Kral Althar, bir süre sessiz kaldı. Gözleri, taht salonunun penceresinden görünen ufka kaymıştı. Derin bir nefes aldı ve oturduğu yerden kalktı. Sesi odada yankılandı, güçlü ve kararlıydı:
"Bu tehdit, yalnızca Frosthaven için değil, tüm krallığımız için bir uyanış çağrısıdır. Bu yaratık bulunmalı ve durdurulmalıdır."
Kralın sözleri, odadaki herkesi susturdu. Althar, generallerine döndü ve elini sertçe masaya vurdu:
"Bunun için en iyisini seçmeliyiz. Arthur, kuzeyden gelen en iyi savaşçımız. Onu derhal buraya çağırın. Ejderhanın yerini bulacak ve bu tehdide bir son verecek kişi odur."
Ve böylece, Arashi Krallığı'nda bir yolculuğun ilk adımları atılmış oldu. Frosthaven'ın sessiz çığlıkları, Arthur adlı bir savaşçıyı kadim bir tehditle yüzleşmek üzere çağırıyordu.
Başkent Arashi'nin sokakları, her zamanki gibi hareketliydi. İnsanlar tezgahlarda sergilenen malları inceliyor, tüccarların bağırışları arasında pazarlıklar yapıyorlardı. Ancak kalabalığın içinde dikkat çeken bir grup vardı: Arthur ve ekibi. Kuzeyden dönen keşif ekibi, yorgun ama gururlu bir şekilde şehir meydanından geçiyordu. Arthur'un omuzlarında taşıdığı kılıcı ve ağır zırhı, onun sıradan bir asker olmadığını açıkça belli ediyordu. Yanındaki ekibi de aynı derecede kararlı ve savaş görmüş yüzlere sahipti.
Arthur, bu keşif görevinden başarıyla dönmenin huzurunu yaşıyor, ancak zihni hala kuzeyin karanlık ve çetin topraklarında gördükleriyle doluydu. Gözleri, başkentteki kalabalığın içinde gezinirken, şehir hayatının canlılığı ona bir anlığına da olsa savaşın soğuk yüzünü unutturuyordu. Etrafındaki askerler, bir zaferi kutluyormuşçasına neşeliydi, ama Arthur'un yüzü ciddiyetini koruyordu. O her zaman olduğu gibi tetikteydi; çünkü görev hiçbir zaman tamamen sona ermezdi.
Tam o sırada, kalabalığın arasından bir haberci hızla yanlarına yaklaştı. Haberci, zırhının ağırlığına ve nefes nefese kalmış olmasına rağmen kararlı bir şekilde Arthur'un önünde durdu. Genç adam, ceketinin iç cebinden mühürlü bir parşömen çıkardı ve saygıyla eğilerek ona uzattı.
"Arthur, Majesteleri Kral Althar sizi saraya çağırıyor," dedi haberci, sesi titremesine rağmen netti. Arthur, kaşlarını hafifçe çattı. Daha yeni bir görevden dönmüş olmasına rağmen, kraliyet sarayından gelen bu tür bir çağrı her zaman önemli bir meseleye işaret ederdi. Parşömeni aldı, kırmızı balmumu mührü dikkatlice kırdı ve içeriği hızla gözden geçirdi.
Parşömeni okudukça yüzündeki ciddiyet daha da derinleşti. Gözleri, kağıttaki kelimeleri süzüyordu, ama zihni çoktan harekete geçmişti. Frosthaven'ın tamamen yok edildiğini ve ejderhanın tehdidini öğrenen Arthur, bir an duraksadı. Ejderhaların efsanelerde kaldığını düşünen herkes gibi o da bu haberi sindirmekte zorlanıyordu. Ama Kral Althar'ın çağrısı, bu tehdidi ciddiye almasını emrediyordu.
Arthur, parşömeni elinde sıkıca tutarken, yanındaki ekibine döndü. "Bir şeyler oluyor," dedi, sesi düşük ama kararlıydı. "Hemen saraya gitmem gerekiyor." Ekibi, bu sözler karşısında herhangi bir itirazda bulunmadı. Arthur'un emirleri sorgulanmazdı; onun liderliği ve kararlılığı, adamlarına her zaman güven vermişti.
Arthur, haberciye döndü. "Kral'a ulaşmam ne kadar sürer?" diye sordu. Haberci, hala biraz soluk soluğa kalmış bir halde, "Saray hazır. Yetişmek için acele ederseniz, sizi bekliyor olacaklar," dedi.
Arthur, bu çağrıyı bir an bile geciktirmemek adına kılıcını ve diğer eşyalarını kontrol etti.
Zırhını hafifçe düzeltti, omuzlarına yerleşen pelerinini çekiştirdi ve adımlarını hızlandırarak saraya doğru ilerlemeye başladı. Yanında ekibi de vardı; bu insanlar onun en güvendiği dostlarıydı. Ama Arthur, bu görevde yalnız olacağını hissediyordu. Ejderha tehdidini ortadan kaldırmak, sıradan bir keşif ya da savaş işi değildi. Bu, çok daha büyük bir sorumluluğun işaretiydi.
Sarayın taş döşeli yollarına ulaştıklarında, bekleyen kraliyet muhafızları Arthur'u ve ekibini selamladı. Muhafızlardan biri, kapıyı açarak onları içeri buyur etti. Arthur, adımını sarayın loş koridorlarına attığında, başkentteki kalabalık ve gündelik yaşamın sesi geride kaldı. Sarayın soğuk taş duvarları, onun daha önce birçok kez gördüğü o ağır atmosferi taşıyordu. Burası, Arashi Krallığı'nın kalbiydi; burada alınan her karar, halkın kaderini belirleyecek kadar büyüktü.
Arthur, Kral Althar'ın toplantı salonuna yönlendirilirken, taş koridorlardan geçerken çıkan ayak sesleri yankılanıyordu. Sarayda bir sessizlik hakimdi, ama bu sessizlik korku ve endişeyle örülmüş gibiydi. Tahta salonuna vardığında, Kral Althar'ı ve danışmanlarını yerlerinde beklerken buldu. Danışmanlar, Frosthaven'dan gelen haberlerin ağırlığını yüzlerinden okunan kaygıyla taşıyorlardı.
Kral Althar, Arthur'u gördüğünde tahtında hafifçe doğruldu. Sesi, odadaki sessizliği delip geçti. "Arthur. Güvendiğimiz savaşçımız. Seni burada görmek beni mutlu ediyor."
Arthur, diz çökerek kralını selamladı. "Majesteleri, Frosthaven'dan gelen haberleri öğrendim. Eğer emir verirseniz, bu tehdidi ortadan kaldırmak için derhal harekete geçeceğim."
Kral, derin bir nefes aldı. "Biliyorum, Arthur. Ejderhanın tehdidi, yalnızca Frosthaven'ı değil, tüm krallığımızı tehdit ediyor. Bu görevi sana emanet ediyorum. Ejderhanın izini sür, köyü incele ve bize bu yaratığın yerini bildir. Gerekirse onu yok et. Arashi'nin huzuru senin cesaretine bağlı."
Arthur, başını hafifçe eğerek emirleri kabul etti. "Emrinizdeyim, Majesteleri."
Kralın danışmanlarından biri, oturduğu yerden konuştu: "Ejderha sıradan bir düşman değil, Arthur. Yolculuğun sırasında yalnızca gücüne değil, zekana da ihtiyacın olacak. Ayrıca Frosthaven'da seni bekleyen bir şeyler olabilir. Her detay, krallığın kaderi için önemli olacak."
Arthur, bu sözleri sessizce dinledi ve ayağa kalktı. Kılıcını sırtına asarak son bir kez Kral Althar'a baktı. "Hazırım. Derhal yola çıkacağım."
Ve böylece, Arthur'un kadim bir tehditle yüzleşmek için çıktığı yolculuk resmen başlamış oldu. Bu yolculuk, yalnızca onun cesaretini değil, aynı zamanda geçmişin sırlarını ve krallığın kaderini açığa çıkaracak bir yoldu.
Arthur, kraldan aldığı emirlerin ağırlığını omuzlarında hissederek taht salonundan yavaşça çıkıyordu. Sarayın taş duvarlarında yankılanan ayak sesleri, koridorun loş atmosferine karışmıştı. Pelerininin uçları, taş zemine hafifçe sürtünüyordu; üzerindeki siyah deri ve çelik karışımı zırh, her adımda ince bir metal tınısı çıkarıyordu. Zırhının omuz parçaları, ejderha motifleriyle süslenmişti; bu motifler, onun yalnızca bir asker değil, krallığın en seçkin savaşçılarından biri olduğunu açıkça belli ediyordu. Sağ omzundaki küçük bir çizik, önceki görevinde aldığı darbeyi temsil ediyordu. Çizik, onun savaş görmüş ve hayatta kalmış biri olduğunu anlatan sessiz bir hikayeydi.
Kemerine bağlı uzun kılıcı, derin bir sadelikle işlenmiş, ancak yakından bakıldığında bıçağındaki ince oymalar geçmiş zaferlerin sembollerini taşıyordu. Belindeki deri çantası, yolculuklarda gerekli olan ufak tefek araçları saklıyor gibiydi. Çizilmiş çelik dizlikleri ve çizmeleri, yıllar boyunca dağlar, bataklıklar ve karlı ovalardan geçerken edindiği yıpranmış bir görünüme sahipti. Ancak tüm bunlara rağmen Arthur, yorgun görünmüyordu. Yüz hatları sert, ama kendine güvenen bir ifadeyle donatılmıştı. Altın kahverengi gözleri, yaklaşan tehlikeye rağmen dikkatli bir duruş sergiliyordu.
Salonun kapısının ardından çıkıp geniş mermer koridorları arşınlarken derin bir nefes aldı. Onunla birlikte yola çıkacak olan adamları, sarayın bekleme alanında oturmuş, biri sandalyesine yaslanmış, diğeri elindeki kısa hançerle oynayarak bekliyordu. Üçüncü kişi, uzandığı yerden uyukluyor gibiydi, ancak Arthur onların bu rahatlığına alışkındı.
"Beni böyle mi bekliyorsunuz?" dedi Arthur, sesinde hafif bir mizahi tonla. "Kral size tanrıların rahatıyla mı muamele ediyor yoksa bu tavır sadece bana mı özel?"
Sandalyesine yaslanmış olan Markon, ağır zırhını düzeltirken sırıtıp karşılık verdi. Markon, iri yapılı, biraz hantal bir adamdı ama kılıcıyla ölümcül bir beceriye sahipti. Koyu kahverengi saçları darmadağınıktı, zırhının üzerinde birkaç eski kan lekesi hâlâ duruyordu. "Ah, komutanım," dedi alaycı bir şekilde. "Bizimki beklemenin sanatını icra etmek. Seni sabırla beklerken ne yapmamı önerirdin? Zırhımı mı cilalayayım? Ha, ama bunu yapsaydım, benim kadar yakışıklı görünürdün diye endişelenirdim."
Arthur, başını iki yana sallayıp kaşlarını kaldırdı. "Bir kere zırhını cilalarsan belki kral seni 'zırhıyla parlayan Markon' diye ödüllendirir. Ama o gün gelene kadar şu tembelliği bırak, olur mu?"
Grubun hançerle oynayan üyesi Derren ise bir kahkaha patlattı. İnce ve çevik bir yapıya sahip olan Derren, ekibin en hızlısıydı. Saçlarını kısa tutar, hafif zırhlar giyer ve genelde gölgelerde hareket ederdi. Hançerini elinde çevirdikten sonra Arthur'a bakarak "Komutan, Markon zırhını cilalasa bile seni geçemez," dedi. "Baksanıza, senin zırhın bile ağırbaşlılığın bir yansıması. Ama onunki... daha çok krallığın en parlak hedef tahtası gibi."
Markon kaşlarını çatarak Derren'a döndü. "Beni kızdırmaya devam edersen, hançerini bu kadar rahat çeviremezsin," dedi, sesi tehditkâr gibi görünse de gözlerinde alaycı bir pırıltı vardı.