Chereads / ZEVK SARAYI / Chapter 38 - 4

Chapter 38 - 4

Kontrol odasına ulaştığında, nebulanın dışına çıkmak için gerekli rotayı belirledi. Black Thos'un motorlarını yeniden ayarladı ve gemiyi hızlandırdı. Ancak zihni hâlâ depo alanında sabitlenmiş olan gözdeydi. "Bu şey nedir?" diye düşündü. "Bir araç mı, bir canlı mı yoksa tamamen başka bir şey mi?" Gözün gizemi, Zhain'in daha önce karşılaştığı hiçbir şeye benzemiyordu. Gemiyi nebuladan çıkarmaya odaklanırken, bu soruların yanıtını bulmak için bir yol arayacağına dair kendine söz verdi. "Bir sonraki adımda bu sırrı çözeceğiz," dedi, nebulanın sınırlarını aşmaya odaklanarak.

Black Thos, nebulanın tehlikeli yoğunluğundan sıyrılmak için hızlanırken Zhain, Qualiz mekanizmasını devreye soktu. Kontrol panelindeki düğmelere hızlıca basarak geminin çevresindeki kütlesizlik alanını yeniden aktif hale getirdi. Bu alan, gemiyi uzayın direncinden tamamen kurtarıp muazzam bir hızla hareket edebilmesini sağlıyordu. Ekranda, geminin önündeki rota bir ışık yolu gibi parladı. Zhain, nebulanın manyetik fırtınalarını ve gaz dalgalarını geride bırakırken derin bir nefes aldı. "Tamam, buradan bir süre uzaklaşmamız gerekiyor. Daha sakin bir nokta bulmalıyım," diye düşündü.

Rotasını belirlerken, etrafta daha az enerji anomalisi bulunan ve gemiyi sabit bir hızda ilerletebileceği güvenli bir alan seçti. Uzayın sessizliği, nebulanın karmaşasından sonra oldukça huzur vericiydi. Zhain, gemiyi stabil bir hızda tutarak kontrol panelindeki göstergelere göz attı. Motorlar sorunsuz çalışıyor, sarkaç sistemi kapalı durumda bekliyordu. Her şeyin yolunda olduğunu tespit ettiğinde yerinden kalktı ve depo alanına doğru yürümeye başladı.

Depoya girdiğinde, göz hâlâ sabitlenmiş bir şekilde duruyordu. Zhain, kalkan sistemini devre dışı bırakmak için depo paneline yöneldi ve birkaç komut girdi. Enerji kalkanı yavaşça çözüldü, göz artık serbestti. Zhain, gözün yanına yaklaşarak birkaç adım uzaktan onu inceledi. "Aslında senden harika bir evcil hayvan olurmuş," dedi, hafif alaycı bir tonda. "Gerçekten çok tatlı görünüyorsun." Ancak içinde, gözün tasarımının estetik açıdan oldukça etkileyici olduğunu düşünüyordu. Göz, kırmızı halkası ve mavi göz bebeğiyle ilginç bir uyum içindeydi.

Zhain, gözün ağırlığını anlamak için ellerini uzattı ve onu yerinden oynatmaya çalıştı. Ancak göz, sanki sabitlenmiş gibi hareket etmiyordu. Daha fazla güç uygulayarak denedi, fakat yine de hiçbir sonuç alamadı. Bir süre düşündükten sonra büyü gücünü devreye sokmaya karar verdi. Parmak uçlarındaki büyü sembolleri hafifçe parlamaya başladığında, gözün çevresinde bir enerji dalgası yayıldı. Zhain, büyü gücünü fiziksel kuvvetiyle birleştirerek tekrar denedi. Ancak göz, sanki bu çabalara tamamen kayıtsızmış gibi duruyordu. "Hadi ama, bu kadar da inatçı olma," diye homurdandı.

Büyü etkili olmadığında, belindeki kristale uzandı. Kristali devreye sokarak daha güçlü bir enerji kullanmayı düşündü, ancak sonra bu fikrinden vazgeçti. "Sana enerjiyle saldırırsam, yanlış bir şey yapmış olurum. Şimdilik bunu rafa kaldırıyorum," diye düşündü. Yeniden gözün etrafında dolanmaya başladı ve bir yandan kendi kendine konuşuyordu. "Yani gerçekten bu kadar pasif mi olacaksın? En azından biraz iş birliği yap."

Sonunda, gözün tam karşısına, mavi kapağın bulunduğu noktaya geldi. Bu alana dikkatle bakarken ellerini uzattı ve yavaşça dokundu. Mavi kapağın yüzeyi, inanılmaz derecede gerçek bir göz bebeği hissi veriyordu. Yumuşak, ama aynı zamanda organik olmayan bir yapıya sahipti. Bu hissiyat Zhain'i garip bir şekilde rahatsız etti. "Belki de bakmak isteyebileceğin bir yüz vardır burda," dedi, hafif bir mizahla karışık bir tonla. "Hadi, aç şu göz bebeğini. Lütfen." Ancak göz, yine hiçbir tepki vermedi.

Zhain, bir süre daha bekledikten sonra derin bir nefes aldı ve arkasını dönerek uzaklaştı. "Pekala, ne yapmak istiyorsan yap. Benim biraz daha önemli işlerim var," diye mırıldandı. Depodan çıkarak kontrol paneline geri döndü. Paneldeki haritayı incelediğinde, geminin şu anda hiçbir mantıklı rotada olmadığını fark etti. Nebuladan aceleyle çıktığı için gemiyi, rastgele bir noktada durdurmuştu. "Saçma sapan bir yerde durmuşuz," dedi kendi kendine. "En azından kraliçenin gezegenine yakın bir yere gidelim."

Hızını bozmadan, geminin rotasını kraliçenin gezegenine yakın bir konuma yeniden ayarladı. Bu hızda gözün sabit bir şekilde kalacağından emindi; depodaki sabitleme mekanizması, gözün hareket etmesini tamamen önlüyordu. Rota ayarlarını yaptıktan sonra Zhain, yeniden kontrol koltuğuna oturdu ve geminin navigasyon sistemlerini dikkatle izlemeye başladı. Her şey yolunda görünüyordu.

Ancak Zhain, kontrol odasında hızla işler üzerinde çalışırken depoda garip bir şey oldu. Göz, sabit durduğu yerde, mavi göz bebeğine benzeyen kapağını hafifçe oynattı. Sanki yavaşça açılıyor ya da aralanıyordu. Mavi kapağın arkasındaki alan, bir anlığına, birinin küçük bir aralıktan dışarıya bakıyor olabileceğini düşündürecek şekilde belirdi. Göz bebeği, depo alanının içini sanki incelemek istermiş gibi hareket etti. Ancak bu görüntü çok kısa sürdü; göz, tekrar kapağını kapatarak hareketsiz hale döndü.

Bu olay, gemide yalnızca birkaç saniye içinde gerçekleşmişti. Zhain ise kontrol paneline odaklandığı için bu hareketi fark etmemişti. Ancak gemideki sessizlik, gözün çevresinde hafif bir enerji dalgası yaratmış ve depo odasında bir uğultu bırakmıştı. Gözün bu davranışı, onun pasif bir nesneden çok daha fazlası olduğunu işaret ediyordu. Şimdi sadece bir şey bekliyor gibiydi. Belki de doğru anı.

Zhain, kendine gelmeye çalışırken dişi varlığın sesi her yeri doldurdu. "Evime hoş geldin," dedi, sesi sanki aynı anda her noktadan geliyormuş gibi yankılanarak. Ama bu tını rahatsız edici değil, tam tersine yumuşak ve derin bir huzur veren bir tondaydı. Zhain, varlığın bu sözü üzerine şaşkınlıkla etrafına bakındı. Gökyüzü hâlâ gri, zemin ise bembeyazdı ve etrafta hiçbir şey yoktu. Sanki tamamen boşlukta ama bir şekilde sabit bir dünyadaydı. "Ev mi?" diye düşündü kendi kendine.

Dişi varlık, Zhain'in şaşkınlığını görmezden gelerek konuşmaya devam etti. "Beni bulmak için onca zahmete değdi mi?" diye sordu, yüzündeki ifadesizlikle. Soruyu duyduğunda, Zhain istemsizce varlığın gözlerine bakarak cevap verdi. "Sen…" dedi, sesi hâlâ zayıf ve çatallıydı. Birden bir fikir zihnine saplandı. "Sen, kraliçenin kızı mısın?"

Dişi varlık bir süre tepki vermedi, sonra sakin ama kesin bir sesle, "Evet," dedi. Bu basit cevap, Zhain'in kafasında yüzlerce soru oluşturmuştu. "Ama burada ne yapıyor? Ve bu 'evim' dediği şey nedir?" diye düşünüyordu. Zhain, yatmakta olduğu zeminden doğrulmaya çalıştı, ama bedenindeki uyuşukluk hâlâ ona engel oluyordu. Kollarını kaldırmaya çalıştıysa da başarısız oldu. Dişi varlık, onun çabasını fark etti ve yavaşça elini kaldırdı. "Biraz daha beklemelisin," dedi, yine aynı kayıtsızlıkla. "Henüz hazır değilsin."

Zhain, hareketsiz bir şekilde etrafına bakmaya devam etti. Yattığı zemin bembeyaz ve dümdüzdü; üzerinde hiçbir detay ya da pürüz yoktu. Gökyüzü ise tamamen griydi, ama bu gri, bir bulutun ya da dumanın yarattığı bir renk değildi. Daha çok, tekdüze bir perde gibiydi, derinliği olmayan bir gri. Etrafına baktıkça hiçbir şey göremedi. Bir ağaç, bir dağ, bir yapı… Hiçbir şey. Bu boşluk Zhain'i huzursuz ediyordu.

"Burası… ne?" diye sordu Zhain, gözlerini tekrar dişi varlığa çevirerek.

Dişi varlık, başını hafifçe yana eğdi ve önceki gibi basit bir cevap verdi: "Evim."

Zhain, bu cevabın yeterli olmadığını hissederek tekrar üsteledi. "Yani gezegen mi? Yoksa o… göz mü? Nedir bu?" Sesinde bir merak ve aynı zamanda huzursuzluk vardı. Ancak dişi varlık, aynı kayıtsızlıkla konuştu. "Evim." Bu sözü tekrar ederken, ifadesinde hiçbir değişiklik yoktu. Zhain, onun neyi kastettiğini anlamaya çalışırken, dişi varlık yavaşça eğilip yerde duran iki taşı eline aldı.

Taşlardan biri masmavi, diğeri ise kömür karası siyah bir renkteydi. İkisi de parlak ve pürüzsüzdü, sanki onları elle şekillendirmiş bir usta tarafından cilalanmış gibiydiler. Dişi varlık, mavi taşı yukarı kaldırarak göğe doğru bir noktayı işaret etti. Zhain, onun ne yaptığını anlamaya çalışırken, taşın etrafında hafif bir ışık belirdi. Varlık, sakin bir şekilde eliyle bir hareket yaptı; bu hareket, taşın içinde bir tür enerji dalgalanması yarattı. Taşın yaydığı enerjiyle birlikte garip, yankılı bir ses yükseldi. Zhain'in tüylerini diken diken eden bu ses, gökyüzünde bir yerden yankılanıyor gibiydi.

Dişi varlık, mavi taşla işaret ettiği noktada bir tepe oluşmaya başladı. Zhain'in gözleri büyüdü. Önünde, gri ve beyaz monotonluğun içinde, bir şeyler şekilleniyordu. Zeminde yükselen küçük bir çıkıntı, yavaş yavaş büyüdü. Bu tepe, doğal bir oluşum gibiydi; yüzeyi pürüzlüydü ve gri tonlarıyla yerin geri kalanından farklı bir görünüm kazanıyordu. Zhain, gördüklerine inanamıyordu. "Bu bir illüzyon mu? Yoksa gerçekten mi bir şeyler yaratıyor?" diye düşündü.

Dişi varlık, Zhain'in şaşkın bakışlarını umursamadan siyah taşı eline aldı. Aynı hareketleri tekrarladı, ancak bu kez siyah taşın etrafında bir karanlık dalgası belirdi. Taş, sanki içinden ışığı emen bir madde gibi görünüyordu. Dişi varlık, siyah taşı oluşan tepeye doğru işaret ederek bir hareket yaptı. Bu hareketle birlikte, tepe yavaşça yok olmaya başladı. Zhain, şaşkınlıkla bu süreci izliyordu. Tepe, aynı şekilde ama ters bir akışla eriyormuş gibi zemine geri çekildi. Birkaç saniye içinde, sanki hiç var olmamış gibi tamamen kayboldu.

Zhain, gördükleri karşısında bir süre konuşamadı. Kendini toparlayıp varlığa sordu: "Bu taşlar… ne yapıyor? Bu yerle bağlantılı mısınız?" Ancak dişi varlık, ona yanıt vermedi. Taşları tekrar eline alarak incelemeye devam etti. Zhain, buranın doğasını ve bu dişi varlığın neler yapabildiğini anlamaya çalışıyordu. "Bu gerçekten gerçek mi? Yoksa yalnızca bir tür yanılsama mı?" diye düşündü. Gördüğü şeylerin mantığıyla bağdaşmadığını biliyordu, ama bir şekilde, bu olayların tamamen gerçek olduğunu hissediyordu.

Gözlerini tekrar dişi varlığa çevirdi. "Sen kimsin?" diye sordu. Bu kez sorusuna bir yanıt bekliyordu. Ama dişi varlık, taşlara bakmayı bırakmadan aynı kayıtsızlıkla cevap verdi: "Ben, evim ve bu yerde olan her şey, bir bütündür. Beni buldun, ama şimdi ne yapacağını senin seçmen gerek." Bu cevap, Zhain'in aklındaki soruları çözmek yerine daha fazlasını ekledi. Etrafında hiçbir şey yokken, nasıl bir seçim yapması gerekiyordu? Ve bu seçimin sonuçları ne olacaktı?

Zhain, bir süre sessizce dişi varlığın hareketlerini izledi. Ellerinde tuttuğu taşlar, mavi ve siyah renkleriyle, bir yandan sakin, bir yandan tehditkar bir aura yayıyordu. Bu taşların nasıl bir güce sahip olduğunu kısmen görmüş olsa da, arkasındaki anlamı ve bu gücün Nairu ile bağlantısını anlamaya çalışıyordu. Gözlerini taşlardan ayırmadan konuştu. "Sen… prenses misin?" Sesinde bir merak ve aynı zamanda şüphe vardı.

Dişi varlık, gözlerini Zhain'e çevirdi. Yüzündeki kayıtsız ifade hâlâ değişmemişti. Hafifçe başını eğerek, sanki daha önce bu soruya yanıt verdiğini hatırlatmak istercesine konuştu. "Evet dediğimi sanmıştım." Bu kelimeler, Zhain'in düşüncelerini bir nebze doğruladı, ama zihnindeki sorular hâlâ yerli yerindeydi. Prenses gerçekten onun aradığı kişi miydi? Ve eğer öyleyse, neden burada kalmayı tercih ediyordu?

Zhain, bakışlarını bir kez daha taşlara çevirdi. "Peki ya onlar?" dedi, ellerindeki taşları işaret ederek. "Bu taşlar nedir? Neden bu kadar önemli görünüyorlar?"

Dişi varlık, taşları avuçlarının içinde hafifçe döndürdü ve gözlerini taşlardan ayırmadan konuştu. "Bunlar mı?" dedi, sesindeki ton hâlâ kayıtsızdı. "Biri yapar, biri bozar."

Bu açıklama, Zhain'i bir anlığına daha fazla düşünmeye sevk etti. Mavi taşın ve siyah taşın ayrı ayrı nasıl kullanıldığını görmüştü; mavi taş bir şeyi yaratıyor, siyah taş ise aynı şeyi yok ediyordu. Ama bu, taşların nasıl bir güçle çalıştığını ve bu gücün sınırlarını açıklamıyordu. "Nasıl çalışıyorlar?" diye sordu, gözlerini bir an bile taşlardan ayırmadan. "Bu yerle bağlantıları mı var?"

Nairu, başını kaldırarak Zhain'e baktı. "Burası, evim," dedi tekrar. "Ve bu taşlar, evimle bir bütündür."

Bu yanıt, Zhain'i tatmin etmedi. Onun için hâlâ yeterince anlamlı değildi. Daha fazla bilgi almak umuduyla konuşmayı devam ettirdi. "Beni anlamıyorsun," dedi, sesinde biraz sabırsızlıkla. "Taurel'deki kraliçe çok üzgün. Seni arıyor. Geri dönmeni bekliyor. Oraya geri dönmelisin."

Nairu, Zhain'in sözlerini duyduğunda bir süre sessiz kaldı. Taurel'in adı ve annesinin ona duyduğu özlem, herhangi bir tepki yaratmamış gibiydi. Sonunda, kayıtsız bir ses tonuyla konuştu. "Orası mı?" dedi, gözlerinde hafif bir küçümseme parıltısıyla. "Bana zından gibi geldi hep. O yer, bana ait değil. Evim burası. Burada daha mutluyum."

Zhain, onun söyledikleri karşısında şaşkınlıkla kaşlarını çattı. "Zından mı?" dedi, sesi bir an yükselerek. "Kraliçe seni seviyor. Seni bulmam için beni gönderdi. O yer nasıl bir zından olabilir ki? Taurel'i gördüm. Güzelliğiyle insanı büyülüyor. Orada insanlar seni seviyor olmalı!"

Nairu, Zhain'in bu tepkisini sakin bir şekilde dinledi. Sözleri onu etkilemiyormuş gibi bir yüz ifadesiyle yanıt verdi. "Orada ne gördüğünü bilmiyorum, ama benim için o yer hiçbir zaman ev olmadı. Hep beklentiler, kurallar ve zincirler vardı. Annem için bir mücevherdim, ama kendim için hiçbir şeydim. Burada ise… burası benim."

Zhain, onun sözlerindeki derinliği hissetti. Nairu'nun burada kalmayı seçmesinin arkasında bir özgürlük arayışı olduğunu anlamaya başladı, ama bu, sorunun tamamını çözmeye yetmiyordu. "Ev derken…" dedi, sesindeki merak ve karışıklık hâlâ geçmemişti. "Burası mı?"

Nairu, başını hafifçe yana eğerek yanıtladı. "Evet. Burası."

Zhain, gri gökyüzüne ve bembeyaz zemine tekrar baktı. Bu yerin gerçekten bir ev olabileceği fikri ona hâlâ çok yabancıydı. Burası, bir boyuttan çok bir hiçlikti. Ne bir duvar, ne bir sınır, ne de yaşam belirtileri vardı. Yine de Nairu, burayı kendisiyle bir bütün olarak tanımlıyordu. "Burası," diye düşündü Zhain, içinden. "Tamamen onun yansıması gibi. Onun hisleriyle ve düşünceleriyle var olan bir yer."

Daha fazla üstelememeye karar verdi. Prensesin bu dünyayı terk etmek istemediği açıktı. Ancak Zhain'in içindeki görev duygusu ve kraliçeye verdiği söz, onu başka bir yol aramaya zorladı. Bir süre sessiz kaldıktan sonra, Nairu'nun yüzüne baktı. "Eğer burası senin evinse, neden bir gözle buraya çekildin? Bu taşlar, bu yer… hepsi senden bir şey istiyor gibi görünüyor. Bu yerin gerçek doğası nedir, Nairu?"

Dişi varlık, bu kez Zhain'in sözlerine hafif bir tepki gösterdi. Başını hafifçe çevirdi, gözleri taşlardan bir süre uzaklaştı. "Burası, benim ruhumun yansıması," dedi, ilk kez daha kişisel bir tonda konuşarak. "Ama bu yer yalnızca bana ait değil. Senin bile burada olman, bu bütünün bir parçası olduğun anlamına geliyor. Sadece bunu ne yapacağını bilmiyorsun… henüz."

Bu sözler, Zhain'i derin bir sessizliğe soktu. Nairu'nun söyledikleri, yalnızca buranın doğasını değil, onun kendi bu hikayedeki rolünü de sorgulamasına neden olmuştu. Bu yer, belki de düşündüğünden çok daha karmaşık bir sırrı barındırıyordu. Ama asıl soru şuydu: Zhain, bu sırrın neresindeydi?

Zhain, Nairu'nun söylediklerini anlamaya çalışırken bir adım ileriye doğru eğildi. "O ne demek şimdi?" diye sordu, yüzündeki merak açıkça belli oluyordu.

Nairu, ellerindeki taşlara bir kez daha baktı, ardından gözlerini gri gökyüzüne çevirdi. "Burası benim evim, gezegenim, her şeyim," dedi, sakin ve duygusuz bir tonda. "Kendimi bildiğim günden beri burayı inşa etmek ve şekillendirmekle uğraşıyorum. Burası benim dünyam, benim kurallarım, benim seçimlerimle var olan bir yer."

Zhain, bu sözler karşısında sessiz kaldı. Etrafına bakındı; bembeyaz zemin, gri gökyüzü, taşların oluşturduğu ve yok ettiği yapılar... Gerçekten de Nairu'nun burayı istediği gibi kontrol edebileceği hissini veriyordu. "Ama burası içi boş bir yer gibi görünüyor," dedi Zhain. "Sanki burada hiçbir şey yok. Bu nasıl bir yer olabilir ki?"

Nairu, hafifçe başını Zhain'e doğru çevirdi ve gözlerinin derinliklerindeki ışıklar biraz daha parladı. "Burası içi boş bir yer gibi gözükebilir, ama hayal dünyama ve istediğim kurallara göre inşa ettiğim, yok ettiğim bir yer. Kurallar benim, hayat benim ve ne istersem o benim."

Bu yanıt, Zhain'i düşündürdü. Bu yerin onun zihniyle bir bütün olduğunu hissediyordu, ama hâlâ çözülmesi gereken bir sürü parça vardı. "Peki, canlılar?" diye sordu. "Ruhlar? Onlar da senin mi?"

Nairu'nun yüzündeki ifade değişmedi. "Hayır," dedi basitçe. "Onlar benim değil."

Zhain, bu cevap karşısında başını salladı. "Yani… ne yaparsan yap, buradasın. Ve tek başınasın, değil mi? Hiçbir arkadaşın yok," dedi, sesinde hafif bir üzüntüyle.

Bu kez Nairu, biraz duraksadı. Yüzü belirsiz bir ifadeye büründü ve sessizce, "Yok," diye yanıtladı. Bu tek kelime, Zhain'in içinde bir şeyleri tetikledi. Nairu'nun dünyası ne kadar kontrol altında görünürse görünsün, yalnızlık, onun bu evrene hükmediyor olmasının ardındaki gizli gerçek gibiydi. Zhain, bir anlığına ona üzüldü. Ancak bu düşüncelerini bir kenara bırakıp konuşmayı sürdürdü.

"Kraliçe seni arıyor," dedi yavaşça. "Ailen seni merak ediyor. Onlar senin için çok üzgün."

Bu sözler, Nairu'nun yüzünde ani bir değişim yarattı. Önceki ifadesiz ve kayıtsız yüz hatları, bir anda farklı bir görünüme dönüştü. Gözlerindeki parıltı daha keskin bir hale gelirken, yüzü daha sert ve karmaşık bir ifadeye büründü. "Ailem üzülüyor diyorsun," dedi, sesinde beklenmedik bir derinlikle. "Peki beni düşünüyorlar mıydı? Kaybolana kadar?"

Zhain, Nairu'nun sözlerindeki kırılganlığı ve aynı zamanda öfkeyi hissetti. Bu konunun onu nasıl etkilediğini anlamıştı, ama yine de bunun üzerine daha fazla gitmek istemedi. "Aile meseleleri karmaşıktır," diye düşündü. Bu yüzden konuyu değiştirdi. "Peki burayı nasıl oluşturdun?" diye sordu, dikkatini tekrar bu yerin doğasına çevirmek isteyerek.

Nairu, Zhain'in bu sorusuna biraz farklı bir ifadeyle yanıt verdi. "Bunu sana anlatmaya çalışmam bile beyninin iflas etmesine sebep olabilir," dedi, sesinde hafif bir alay vardı. Zhain, bu yanıt karşısında kaşlarını çattı, ama Nairu devam etti. "Sadece şunu bil: Bu dünya, gözün içine sığdırılmış bir evren. Ve evrendeki hammaddelerin tamamından fazlasını içeriyor. Burada yaratılan her şey, elimdeki taşlar sayesinde o hammaddelere doğrudan bağlanıyor ve onlarla anlık etkileşim kurabiliyor."

Zhain, Nairu'yu dikkatle dinledi. Gözün ne kadar güçlü bir varlık olduğunu anlamıştı, ama bu kadar karmaşık bir yapının arkasındaki gerçek, onun hayal gücünün ötesindeydi. "Göze hiçbir şey olmaz," diye ekledi Nairu. "Kimse ona zarar veremez, kimse ona dokunamaz."

Zhain, bu sözler üzerine hafifçe gülümsedi. "Ama ona dokundum," dedi. "Yumuşak bir dokusu vardı, sanki…"

Nairu'nun yüzünde ilk kez hafif bir gülümseme belirdi. "Kimse göze dokunamaz," diye tekrarladı. "Sadece öyle olduğunu sanırsın."

Zhain, bu açıklamayı daha fazla sorgulamadan devam etti. "Göz şu anda gemimde duruyor," dedi, gözlerini Nairu'ya dikerek. "Ne kadar güçlü olursa olsun, onu gemimde saklıyorum."

Nairu, hafifçe başını salladı. "Biliyorum," dedi basitçe. Onun bu kadar sakin ve emin bir şekilde konuşması, Zhain'i hem şaşırtmış hem de tedirgin etmişti. Ancak bu sırada, Nairu'nun görünüşü tekrar değişmeye başladı. Daha önceki zarif ve insansı görünümü, aniden tamamen farklı bir şeye dönüştü. Bu yeni form, insanî özelliklerin ötesine geçen, soyut bir varlık gibiydi. Parıldayan, sürekli şekil değiştiren bir enerji formuna dönüşmüştü.