Chereads / Senderfall / Chapter 3 - Bendeniz Eden Lort

Chapter 3 - Bendeniz Eden Lort

"Her krallık tarihte yazar, ama her krallık tarih yazamaz."

- Senderfall'lı Eden Lort

Dünya'da tarihçilerin kaydetmeye başladığı on bin yıllık süreçte sayısız fani krallık güçlendi, serpildi ve bir o kadarı da zayıf düşerek çökertildi. Dünya'nın korkunç bir geçmişi ve karanlık bir geleceği vardı.

Zaman ölümsüz yaratılmış olan biz insanların lanetiydi. Kaçınılmaz sonumuz zamana yenik düşerek yıkılan eski ulusların yerine her zaman yenileri geldi ve onların yerine de geçti. Bu döngünün sonu yok gibiydi, ta ki hesaplaşma gününe kadar.

Aralarında ayakta birkaç asırdan fazla kalabilen ve günümüze kadar bir şeyler bırakabilen nadir örnekler vardı. Ama hiçbiri antik Senderfall'ın ulu soylu insan halkı gibi korkunç savaş sırlarıyla ve eski gizli büyülerle uğraşmadı.

Hiçbiri zamanında o unutulmuş güçleri kullanmayı başaramadı.Biz gururlu Senderfall'lılar dünyada var olmuş ve ardından yok olmuş diğer medeniyetler arasından sıyrılıp hala hatırlanmayı başarabilen nadir bir ulustuk.

Modern dünya da belirli bir toprağımız ve söz hakkımız kalmasa bile her zaman elli asırlık hüküm süremizin bıraktığı derin izlere duyulan saygı olduğu yerde kaldı. Biz Senderfall'lılar bizden bir zamanlar nefret edilmiş ve aynı oranda korkulmuş dünyada şimdilerde dolaşan sıradan gezginlere dönüştük. Farklı ırklarla eşleştik ve çocuk yapmaya devam ettik, yaşlanıp öldük. Sonunda bazılarımız haşmetli atalarımızın özel sırlarını bile unutmaya başladı.

Bunlardan bir tanesi de bendim. Alaycı, düşünceli, espri anlayışı kuvvetli olan ve her şeyden çabuk sıkılan, hiçbir şeyi ciddiye almayan ama her şeyi ciddiye alan Senderfall'ın şanlı safkan soyundan gelen son lordu.

Her zaman karamsar bakış açımla beraber zengin hayal gücü ve istediğimde son derece ego yapabilen ama mütevazı da olabilen dengesiz çelişki yumağı kişilikte yirmilerinin başlarında delikanlı bir adam.

Ayrıca köklü inançları olan ve dünyada şu anda tek ilaha tapan son kişi, artık unutulmuş çok eski bir inanç olan; Görkemli Baba'ya, her şeyi var eden tek bir yaratıcıya iman eden bir takipçiydim. Dünyayı bir zamanlar yönetmiş ataları gibi kontrol etmeye çalışan yalnız bir Senderfall'lı.

Can incitmekten kaçınmaya çalışan ama mecbur kaldığında bundan zevk alabilen öfke kontrolü olmayan gözü kara bir katil. Büyük acılarla parçalanmış eski dünyanın en güçlü milletinin bel bağladığı umut. Benim adım Eden, yıkılmış Lort hanedanının son üyesi.

Bu benim yolculuğumun hikayesi.

Tarih: Mart GBS 9739. Yılı

Yaklaşık yirmi gündür yollardaydım. Rane adında bağımsız bir liman kentinin yakınlarında yolculuğuma ara vermeye karar verdim. Atımı yularından sıkıca tutmuş çekerek sokağın çamurlu yolunda yürüyordum.

Gece olmak üzereydi, dükkânlar kapanmış, sokaklar bekçiler ve birkaç tane orta yaşlı kilolu hayat kadını ile onlarla ilk tecrübelerini yaşamak için ücrette anlaşmaya çalışan yeni ergenliğe girmiş müşterileri dışında bomboş kalmıştı.

Yağmur yağacaktı ama üzerimde havanın soğukluğuna aldırmadan önü açık, omuzları kısa pelerinli gök mavisi bir giysi vardı. Kıllı bağrım, kaslı kollarımla beraber kirli sakallı esmer yüzümü tamamlayan asık ifadem, dikkat çekiciydi.

Büyük bir hanın önünde durup bir süre bekleyerek, kulak verdim. İçeriden gelen konuşma vızıltıları şiddetli kahkaha sesleriyle doluyordu. İçerisi kalabalıktı. Kafa dinlemek ve düşüncelere dalabilmek için uygun bir yer değildi.

Oraya girmedim. Sokağın aşağısına doğru atımı çekmeyi sürdürdüm. Orada daha küçük, başka bir hana denk geldim. Her yeri pislik götürmesinden ve kapısının önünde yankılanan sessizlikten dolayı içerisinin boş olduğu anlaşılıyordu.

Atımı hanın önündeki dışkı içinde olan bir su istasyonunun önündeki tabelaya bağladım. Cüce meyhaneci tezgâhın arkasındaki taburenin üzerinden başını uzatıp bana baktı.

"Hoş geldiniz beyim, size ne vereyim?"

"Bira," dedim tezgâhın önündeki sandalyeye otururken.

Meyhaneci kısa tombul parmaklarıyla tahtadan oyulmuş bir kupaya sürahiden siparişimi doldurup önüme koydu ve bir bez alıp etrafı silmeye koyuldu. Suratım asık şekilde meyhanede oturmuş yalnız başıma yarım saattir aynı birayı yudumlayıp düşünürken bir adam yağan şiddetli yağmurun içinden hanın içine süzülerek, usulca çok dikkatli ve sessiz adımlarla girip adeta bir hayalet gibi yanıma sokuldu ve kıvrak bedenini benimkine yasladı.

Yüzünde çizik benzeri ilginç motifli dövmeler vardı. Genç ince ve zayıf, kemikli yüz hatlarına sahipti. Derisi daha önce kimsede görmediğim kadar bembeyaz bir tondaydı. Uçları koyu turuncuya boyalı olan beline kadar gelen düzgün taranmış açık beyaz saçlarıyla, sürmeli turuncu göz bebekleri vardı.

Kısacası güzel pürüzsüz yüzlü bir adamdı bu müşteri. Siyah bir de tunik giyiyordu. Belinin her iki tarafında kocaman iki hançer takılıydı. Görüntüsünden anladığım kadarıyla yarı elf ve yarı insan olmalıydı. Melezin sesinin etkisi şu ana kadar duyduğum her sesin üzerinde net ve akıcıydı.

"Bir kadeh şarap alabilir miyim?" dedi gelen adam hancıya.

"Sen kimsin," dedim, meyhanecinin söylemek üzere olduğu lafı ağzına tıkarak. Konuşurken o an ona bakmamıştım, sanki başka birisiyle konuşuyormuş gibi yaptım.

"Bulunması zor birisin," diye mırıldandı alçak sesle.

Bardağı masaya geri koydum ve sol elimi kılıcımın kabzasının üzerine götürdüm. Gözlerimi onunkilerle birleştirdim ve biraz daha açtım. Doğrudan onunla konuştum, "Sadece şarap içmeye gelmediğini anladım ve sorumu yanıtlamadın belli ki beni biliyorsun. Senderfall ulusunun, soylu Lort hanedanının tek gerçek lordu Eden'ım ben. Kimse beni iyilik istemek ya da iyilik yapmak için aramaz. " dedim kibirli ve küçümseyici hareketler eşliğinde.

İfadesi hiç değişmeden beni dinleyen adam cevap verdi. "Bir teklif," dedi adam, bakışları bende olsa da kendisiyle konuşuyormuş gibiydi. "Neyi istediğini biliyorum Eden, acın ve kederin var. Yükünü paylaşıp hafifletebilirim." diye ekledi.

"Ben ne istiyor muşum peki?" diye sordum gözlerimi aniden sert ve alay eder bir hale bürüyerek. Hızlı bir hareketle bakışlarımı tekrar ondan uzaklaştırıp bira mı kaldırdım, içip bitirdim ve yanımdaki sürahiden tekrar tazeledim.

Adama şans tanımadan konuşmaya devam ettim, "Ben ne kötü, ne iyi biriyim. Kaderimde ben daha doğmadan beş yüz yıl önce yazılmış sözde bir kehanet varmış, buna dilersen gerçek de ya da efsane de, istersen saçmalık de, düşüncelerin veya hangi istekle buradasın umurumda değil zaten.

Ama sen bence geçen yıl ki yaşadığım olay için geldin yanıma. Biliyorsun geçen sene, bir genel ev bahçesinde kılıcımın ucunda bir adam öldü. O zamandan beri türlü dedikodu çıktı bu olay hakkında. Bunlardan biri erkeklerle yattığım ortaya çıkmaması için adamla yattıktan sonra ortadan kaldırmaya çalıştığım hakkındaydı.

O zamandan beri gülüyorum bu haberlere. Bir senedir hiçbir adamla bir kere bile yan yana dahi göründüm mü? Hayır. Ayrıca adamla olan mevzu sadece beni ilgilendirir. Genel evde yaşanması ise tamamen tesadüf.

Yine de merak etmemen için söylüyorum; atımı çalmaya çalıştığı için öldürmüştüm. Hakkımdaki haberlerdeki gibi erkekleri arzuladığımdan ve adamla seviştikten sonra bana şantaj yaptığı için öldürmedim. Böyle bir alışkanlık neden bir erkekte olsun ki? İstediğin kadar yakışıklı olabilirsin, beni alışılmadık düşüncelere sürükleyen bir çekiciliğin ve zarafetin var ama seninle aramızda seks içeren bir ilişki yaşayamam."

Biraz durdum, söylediklerimi düşündüm sonra toparlamak için devam ettim, "Ben tiksinç bir insanım, gerçekten hala ruhun bedeninde kalsın istiyorsan git, dostum ve Eden'i unut, zira o yalnızca başına bela açar."

"Hayır," dedi adam, "gitmeyeceğim. Gel benimle." Sandalyeden indi ve nazikçe elimi tuttu. Sebebini bilmediğim bir şekilde yağmurlu havada beni hanın sıcak ve kuru ortamından dışarı çıkartmasına izin verdim. Şehrin liman tarafında deniz kenarı bir yere götürdü beni.

Bu çok az konuşan sakin mizaçlı ve iyi dinleyici olan yabancıya karşı çekildiğimi hissederek rahatsız oldum. İçimde asla hissetmeyeceğimi düşündüğüm büyük bir bastırılmış duygu dalgası yükseldi ve adamın geniş şekilli üçgen omuzlarını alıp bedenini kendiminkine yaslamak istedim; ama bu dürtüyü engelleyip yolda gittiğimiz sırada adamın pürüzsüz tenini ve rüzgârda uçuşan serseri saçlarını izlemekle yetindim.

Yine aynı şey oluyordu. Tüm hayatımı kendimi ve başkalarını ikna etmek için söylediğim yalanlara inanıyor muşum gibi yaparak yaşamaya çalıştım ama hislerim her defasında yüzüme gerçeğimi acımasızca çarpıyordu.

Rüzgâr uluyor ve denizi kamçılıyordu. Melez deniz kenarına getirmişti beni ve ismini söylemişti. Ardından aramızda sakin bir sessizlik oluşmuştu. Orada, tüm şehri unutup neredeyse rahatlamış gibi hissedebiliyordum.

Elbisesi rüzgârda dalgalanan Merith sonunda bakışlarını benden alıp denize çevirerek konuştu, "Sonsuzluk Kitabı efsanesi duyduğunu düşünüyorum."Başımı salladım. İlgimi çekmişti. Kutsal kitapta binlerce yıl önce günahkâr insanlığı cezalandırmak amacıyla yaratıcı tarafından tasarlanarak oluşturulmuş pek çok doğa yasasını kaldıracak bilgilerin yazdığı söyleniyordu . Şüphesiz dünyada her büyücü bilgisi kudretli güçlerin tadına bakmak isterdi.

Yaşam için dünyanın sunduğu denge iki temel son ile belirlenirdi; Doğmak ve ölmek. İleri düzey büyücülerin asıl amacı faniler için belirlenmiş sınırların üstesinden gelerek bunların ötesine aşmaktı. Bende kendi çapımda iyi bir büyücü sayılabilirim ama insanlığın kaderini değiştirmekle alakalı hiçbir zaman bir takıntım olmadı.

Dünyadaki araştırmacıların geneliyse bu efsanenin gerçek olma ihtimalini kabullenmiyordu ve yaratıcının koyduğu şaşmaz düzeni değiştirebilecek farklı mistik eserlerde cevaplarını arıyorlardı. Meraklı olsam bile biraz şüpheliydim. Merith'e cevap vermeye hazırlanırken ilgi duyduğum çok fazla belli olmasın diye düz bir ses tonuyla konuşmaya çalıştım. "Yaratıcı aşkına! Bunları nereden çıkartıyorsun?"

"Var olduğunu biliyorum," dedi Merith duygu dolu şekilde "ve nerede olduğunu da. İkizim olan kız kardeşim ölmeden hemen önce bu bilgiye ulaştı. Bulmama yardım edersen Kitap'a ve şiddetli, sadık cesur bir savaşçının yoldaşlığına sahip olabilirsin. Hiç biri cazip gelmediyse, en azından aradığın huzura kavuşacağından emin ol."

"Kitap senin için bu denli önemliyse ve söylediğin kadar iyi bir savaşçıysan, neden tek başına sahip olmak istemiyorsun?"

"Öyle bir cilt 'in kalıcı olarak elimde olmasının düşüncesi bile beni korkutuyor. Asla güvende olmazdım ve er ya da geç ölümüme neden olurdu. Sıradan bir ölümlünün sahip olabileceği bir kitap değil o ve sen dünyadaki son Senderfall'lı büyücü kralısın, şüphesiz sıradanlık senin yanından bile geçemez. Ona senin sahip olman daha münasip. Bana bilgeliğinin yalnızca küçük bir kısmı gerekli."

O sırada içimde yükselen kaçındığım bir duygu dalgasıyla Merith'in yakışıklılığını incelemeye başlamıştım.

Adam turuncu gözlerini gökyüzüne çevirdi ve yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi," Kitap elimize geçtiğinde... Kafandaki soru işaretlerinin cevaplarını alacaksın. Öncesinde sana daha fazlasını anlatamam."

"Bu cevap yeterli," dedim hızlıca, o anda daha fazla bilgi edinemeyeceğimi fark etmiştim. "Ve bu hoşuma gitti." Diye ekledim. Sonra neredeyse yarı bilinçli bir şekilde ince, ellerimle Merith'in omuzlarını tuttum ve kendi dudaklarımı onun siyah renginde boyalı dudaklarına götürdüm.

İşte ne olduysa o zaman oldu; bir anda etrafımız kalabalık sarhoş bir grup adam tarafından sarıldı. Karanlık bakışlarla bizi süzerek yaklaştılar. Aralarından biri daha önde durdu, diğer arkadaşları onun gerisinden izledi.

"Size bu şehirde yer yok, çift cinsiyetli serseriler sizi," diye hırladı öndeki adam ve iyice bize sokuldu. Nefesi ucuz bira kokuyordu, " Sizin gibileri Rane'de istemiyoruz. Burası namuslu normal bir şehir!"

Birkaç adım geri çekildim ve Merith'e baktım; adamın gözleri balıkçı kılıklı tiplerin üzerindeydi. Onları göz hapsine almıştı. Parmaklarını hançerlerinin kabzalarının üstündeki işlemeli parlak topuzların üstünde gezdiriyordu ve birazdan kızışacak ortamda her an beni savunmaya hazır gibiydi.

Adamlar yumruklarını sıkıp havaya kaldırdı ve bize doğru salladı. Merith'le aynı anda yana çekilip adamların sendelemelerini sağladık. Yarı sarhoş olmalarından dengelerini bozmak kolaydı. Kılıç ve hançer kınlardan fırladı.

Üç adamı yere sermiştik; üçü de kımıldamıyor, hızla yayılan kendi kanlarının oluşturduğu küçük gölün içinde boğuluyordu. Diğer iki adamın ise dudakları titriyor ve yüzleri dehşet içinde yerdeki cesetlere bakıyordu.

Adamlardan biri korku içinde çığlık attı diğeriyse ürperdi, soluğunu tuttu ve kusmaya başladı. Ardından telaş içinde titreyen ellerinde tuttukları silahlarını yere atarak farklı yönlere koşup gecenin içinde kayboldular.

Çok geçmemişti aniden Rane Muhafızları gürültüyle arka sokaktan fırladılar. Sayılamayacak kadar kalabalıktılar. Elleri bellerinde yaklaştılar ancak cesetleri görünce hemen kılıçlarına davrandılar. Muhafızlar kılıçlarını iki eliyle tutmuş, ucuyla havada daireler çiziyorlardı.

Merith'le birlikte sırtımızı duvara sıkıca dayadık. Arkamızı sağlama aldık. "Teslim olun!" diye haykırdı muhafızlardan biri heyecandan titreyen bir sesle." Atın elinizdeki silahları katiller! Bizimle geliyorsunuz!" dedi bir diğeri.

"Sizinle kendi isteğimle geleceğim." Dedi Merith bir anda. Merith sonra bana doğru döndü ve bende gözlerinin içine ne yapıyorsun der gibi bir bakış attım. Merith hançerlerini indirdi.

"Geleceksiniz tabii gavatlar" dedi heyecanlı muhafız. "Elinizdeki silahları yere atın yoksa sizi asmadan önce çok ağır sopalarız !"

Merith bana baktı; "Sorun yok. Ben bunları oyalarım. Haritadaki işaretlenmiş yere gitmelisin. Aradığın cevapları bulacaksın. Daha sonra sana katılmaya çalışırım." dedi fısıldayarak. Elime de küçük bir parşömen sıkıştırdı.

Ardından Merith karmaşık seri el ve kol hareketleriyle muhafızlara daldı. Birkaç tanesini anında yere serdi ama adamlar bunu pek önemsemediler çünkü sayılarına güveniyorlardı. Bende Merith'in dediğini istemeyerek yaptım. O an yapabileceğim en iyi şey kaçmaktı gerçekten.

Oradan uzaklaşırken son bir kez dönüp göz ucuyla arkama baktım ve Merith'i üzerine çullanmış adamların içinde boğuşurken gördüm. İkimiz dövüşte yetenekliydik ama bir şehir dolusu muhafıza karşı kazanma şansımız olamazdı.

Atımı Merith'in istediği gibi haritasındaki işaretli yere yani batıdaki bilinmeyen topraklara doğru sürdüm.

Atımı üç gündür yabancısı olduğum topraklara doğru sürüyordum. Artık yeşil ovaların olduğu yere ulaşmış üzerlerinde yol alıyordum. Bu bölge ıssız bir yerdi ve halkı yoktu. Doğal kaynakları zengin olsa da buralarda kimse yaşamayı tercih etmiyordu.

İnsanlar bölgenin sınırlarına bile yaklaşmamak için özenle kaçınıyordu. Buraya yakın olan komşu bölgelerde bu insan eli değmemiş topraklarla alakalı batıl inançla bezeli bir koku vardı.

Gezginlerden tehlikelere karşı aldığım uyarılara rağmen aldırış etmeden yoluma devam ediyordum. Şu ana kadar olan yolculuğum temiz ve hızlı geçmişti. Keskin patikalara doğru atımı sürerken soğuk bir yaz gecesinin sessizliğini yalnızca atımın yumuşak nal sesleri ve zırh takımım ile kılıcımın çıkardığı takırtılar yarıyordu. Kasvetli gece boyunca aralıksız yol aldım ve Merith'in verdiği haritadaki işaretli yerin yakınlarına ulaştım.

Son kez durup kamp yapmaya karar verdim. Boş bir araziye bakan sisli bir tepenin üzerine çadırımı kurdum. Amacım mola verip dinlenmekten çok Merith'in ayrılmadan önce bana verdiği sözü tutup tutmayacağını görebilmekti. Durduğum yer Merith'in haritasındaki işaretlenmiş noktaya mesafe olarak yakındı ve konum itibariyle yüksekliğinden dolayı alana kuş bakışı bir görüşe sahiptim.

Merith Rane muhafızlarının elinden söylediği gibi kolay kurtulabilmiş miydi acaba? Ya da çoktan idam edilmiş veya zindanı boylamış olabilirdi. Yolculuğumun üçüncü günüydü ve Merith'ten herhangi bir haber alamamıştım. Tahmin ettiğim kadarıyla bu kutsal emanet arayışı yolculuğu hiç kolay olmayacaktı. Keşke beni o derinden etkilemiş adamla baş başa sakin bir ortamda buluşup zaman geçirebilseydim.

Şimdi onunla öpüştüğümüz o nefes kesen anı düşünerek kampta sabahın olmasını bekleyecektim. Ardından Merith gelmezse tek başıma Sonsuzluk Kitabı'nın olduğu tahmin edilen yere gidecektim. İlk başta bu yolculuğu pek ciddiye almamıştım ama bunca yol geldikten sonra bu işi sonuna kadar götürmek istediğimi fark ettim.

Kamp ateşimin yanında oturmuş bira mı yudumlarken bir anda gökyüzüne gözüm takıldı ve uzakta ufukta uğursuz kara bulutlar kötü enerjilerine yayarak süzülüyordu. Arkalarında ay dolanıyor, arada sırada bulutlardan oluşan kalkanın üzerindeki deliklerden geçici parlak ışıklarını göndererek yeşil hududun karanlık köşelerini aydınlatmaya çalışıyordu.

Manzaranın üzerimde oluşturduğu kaotik havadan rahatsız olmuştum ve biramdan son bir yudum aldıktan sonra kamp ateşinin üzerine kum atarak söndürdüm. Ardından çadırımın içine hızla sığındım. Şiltenin üstüne uzanarak büyük çoğunluğu Merith'le alakalı derin düşünceler içinde, zifiri karanlığın soğuk kollarına teslim oldum.

Gece kâbus görüp uyanmıştım. Nemli havanın altında ürpermiş ve pelerinime sıkıca sarılmış şekilde sis kaplı ovaya bakıyordum. Uzaktaki dağların üzerinde sanki yaratıcının kahkahasıymış gibi yıldırım sesleri gürüldüyordu.

"Sakinleri insan değiller ve çevrelerine ölüm saçarlar. " demişti yolda karşılaştığım bir seyyar tüccar.

Bilinmeyen Topraklar'a nadiren insan girerdi ama çoğunlukla hiçbiri geri dönmezdi. Senderfall'ın güçlü olduğu zamanlarda bile atalarımın hükmetme arzularının olmadığı bir yerdi burası. Halkım bencil ve güç delisi bir topluluk olarak görülürdü.

Fakat konu bu topraklar olunca onlar bile çekindi. Burada yaşayanların ölümsüz bir ırk oldukları, Senderfall'dan çok önce antik zamanlarda Dünya'ya hükmettikleri söylenirdi. Bilinmeyen Topraklar'ın halkı binlerce yıldır izole olmuş bataklıklar ve dağlarla çevrili topraklarının dışına neredeyse hiç çıkmamışlar.

O gece kafamda bu düşüncelerle huzursuz bir şekilde uyudum. Dehşet dolu kâbuslar görmeye devam ettim. Ertesi sabah uyandığımda ilk işim çadırımı katlayıp toplamak oldu. Sonra Sonsuzluk Kitabı'nı düşünmeye başladım. Kendi kendime bu kitabı neden istediğimi ve içinde ne bulacağımı düşündüm.

Tek nihai tanrının Görkemli Baba'nın var olduğuna inandım ve tüm hayatımı buna göre bir yön verdim. Kendimi tek bir üstün varlığın yönetmesine izin verdim. Umutsuzluğa düştüğüm zamanlarda hep yaratıcıya sığındım. O beni kendine çekti sarıp sarmaladı ve sıcak tuttu. Önceleri geceleri uykusuz bir şekilde yatarken durmaksızın akan düşünceler yüzünden aklımı kaybedecek gibi oluyordum.

Evrenin bu kaotik karmaşıklığını ve gezegenlerin yapılarının bir düzene hizmet ettiğini söyleyecek herhangi bir şey bulmak için dünyayı gezmeye başladım. Evrenin bir düzeni olduğuna dair net bir kanıt hala bulamadım. Bu arayışımın sonunda tek bir şey fark etmiştim o da; dünyamızı şu anda yöneten güçler arasında kaos hakimdi.

Hepimizin yaratılışın başından beri lanetli olduğunu anladım. Kısa yaşantılarımız anlamsızdı. Yaratıcımız tarafından terk edilmiştik. Bulduğum bilgileri kafamda ölçtüm biçtim; hareketlerimizi, büyülerimizi ve mantığımızı görünürde yöneten yasalarımız tüm bunlar rastgele ya da insan eliyle oluşmuş olamazdı. Sonsuzluk Kitabı belki de düşüncelerimi tüm Dünya'ya doğrulayacak şeyler sunacaktı.