Chereads / Senderfall / Chapter 4 - Kılıçların Yağmuru

Chapter 4 - Kılıçların Yağmuru

Nephilim diyarında Damocles kıtasında yıllar önce Yıldız İnsanı krallıklarının bir konfederasyonu olan Sarleon'un başındaki Kral Ulric döneminde onun ordusunda görev yapmış ve Nehrim Krallıkları ile yapılan savaşlar sırasında bir kuşatma muharebesinde öldükten sonra efsaneleşmiş bir komutanın oğluydu genç Alamar.

Yirmili yaşlarındaydı Alamar. Uzun boyluydu ve gayet güçlü bir görünümü vardı. Bakışlarındaki kararlı ifade ona göz alıcı bir yakışıklılık veriyordu ve sahip olduğu meziyetler büyük bir liderin oğlu olduğunu ispatlar nitelikteydi.

Dürüstlüğünden hiç şüphe edilmezdi. Cesaretiyle kılıç kullanma yeteneği anlatıldığında ise inanılmaz gelirdi dinleyenlere. Hatta bazen sırf bunu görebilmek için çok uzak yerlerden onu ziyarete gelen gençler olurdu ve Alamar bu misafirlerini köy meydanında yaptığı küçük bir turnuvalar ile eğlendirirdi.

Öncelikle tek rakiple başlardı Alamar. Sonra iki olurdu ve üç, dört... Nihayetinde mağlubiyeti kabullenip bırakırlardı kılıçlarını. Teselli olarak ikram edilen yemeğin ardından da geldikleri köylere geri dönerlerdi gördüklerini anlatmak için. Alamar'ın kılıç konusundaki bu yeteneği tamamen içinden geliyordu. Ergenlik çağının başlarında keşfetmişti bu özelliğini. Yani ona hiç kimse bunu öğretmemişti. Ardından bu konu üzerine yoğunlaşarak kendini eğitmiş ve tekniğini mükemmelleştirmişti.

Evin tek çocuğuydu Alamar. Annesi o kadar erken ölmüştü ki, hafızasında ona dair şu anda hiçbir anı kırıntısı bile bulunmuyordu. Babasını ise yedi sekiz yaşlarındayken kaybetmişti. Başka akrabası yoktu küçük Alamar'ın. Onu köyde çocuğu hiç olmamış ve eşini hastalıktan kaybetmiş yardımsever ve saygıdeğer Gaidon adında yaşlı bir adam büyütmüştü.

Alamar'ı kendi çocuğu yerine koyarak büyük bir ilgiyle büyüttü. Gaidon, işinin ustası, mütevazi bir çiftçiydi ve Alamar'da bu işi çok iyi öğretmişti. Son zamanlarda yaşlılığın verdiği takatsizlikten dolayı tarlada çalışamadığı için bütün işler evlatlık oğluna kalmıştı.

Onların yaşadığı Mobray Köyü, Sarleon'un batı sınırını teşkil eden büyük çimenlik tepelerin olduğu bölgedeki küçük bir alanda yer alıyordu. Ülkenin bu bölgesi Nehrim ile Skyborn halklarının krallıklarının topraklarına yakın olması nedeniyle uzun yıllardır tehdit ve risk altındaydı.

Mobray Köyü'ü yoksul sayılabilir ve asıl geçim kaynağı oldukça az olan meyve koruluklarıdır. Halkı da her şeye rağmen ellerindekiyle yetinmeleriyle ve arı gibi çalışkan olmalarıyla bilinirdi.

Sarleon Konfederasyonun Kralı Charles'tan önceki yöneticisi Kral Ulric'ti. Ada adında kızı gibi sevdiği bir kölesi vardı. Tabii burası büyük bir ülkeydi ve Ulric ile Ada arasındaki ilişki pek çok insana göre daha farklı yorumlandığı oldu. Kral Ulric'in, Ada'yı kızı yerine değil de bir eş olarak gördüğü düşünülüyordu. Bu iki söylenti arasından ilkine daha sıcak bakılıyor olsa da, Ulric'in, Ada'yı hangi amaçla olursa olsun gerçekten çok sevdiği herkes tarafından bilinen bir gerçekti.

Zamanla Ada, Kral Ulric'in saygısını o kadar çok kazanmıştı ki Ulric onu herkesi şok eden bir karar alarak krallığının tahtına hükmetmesi için varisi olarak seçmişti. Ulric'in vefatından sonra, Sarleon dükleri Ada'ya, taht konusundaki desteklerini alabilmesi için General Eric ile evlenmesi koşulunu sunmuştu. Ada, o zamanlar halkı tarafından çok seviliyor ve sayılıyordu. Ulric'in ölmeden önce vasiyetinde Ada'yla ilgili yazdıkları da doğrulanmıştı.

Bu sebeplerle soyluların onayı olmadan da tahtta çıkabilirdi. Ancak ona bu şartı kabul etmediği takdirde bir iç savaş ile karşı karşıya kalacağı dolaylı yoldan belirtilmişti. Ada Sarleon'un diplomasi yönetiminle ilgilenirken, Eric'te orduların mareşalliğini üstlenmişti. Evliliklerinden kısa bir süre sonra halk tarafından Ada'ya "Ülkenin Annesi" adı, Eric'e ise "Orduların Komutanı" adları verilmişti. Ancak Eric evliliklerinin onuncu yılında Skyborn krallığı yönetimindeki bir ordu ile yaptığı meydan muharebesinde şehit düşmüştü.

Eric'in yeğeni Charles ise bunu fırsat bilerek darbe yaptı ve kendini Kral ilan etmişti. Kral Charles, Ada'nın Ulric ve Eric'i güzelliği ile manipüle etmiş hiçbir meziyeti olmayan sıradan bir köle olduğunu söylüyordu. Tek başına bir kadının gücüyle taht yönetilmeyeceğini savunuyordu ve kendini iktidara çıkartarak zulmü ve iç savaşı önleyeceğini iddia ediyordu. Ayrıca Charles daha ileri giderek Ada'nın bir büyücü olduğunu ve çevresindeki adamlara büyüler yaparak kontrol ettiğini bile söylemişti.

Charles, Ada karşısında doğum hakkını kullanarak ve yaltakçılarının desteğiyle beraber tahtı büyük bir çaba sarf etmeden almış olsa bile hiçbir zaman Ulric veya Ada dönemi kadar ünlü olamadı. Halkın büyük çoğunluğu onun başa geçmesinden kısa bir süre içinde çok büyük bir rahatsızlık duymaya başladı. Saltanatında yaratabildiği tek fark; diğer dönemlere kıyasla dükler tarafından daha çok saygı duyulan bir hükümdar olmasıydı. Bu başarısını da neye borçlu olduğunu herkes biliyordu. Özellikle fakirleştirdiği Sarleon halkı bunun en büyük bilincinde olan taraftı. Kral Charles'ın en iyi yaptığı şeyler arasında; devamlı olarak yozlaştırdığı soylu tabakasına toprak konusunda tanıdığı imtiyazlar ve düzenlediği pahalı ziyafetler yer alıyordu.

Krallığın yeni ve genç mareşali olan Dük Malbert, Kral Charles'tan aldığı emirle, telaş içinde orduyu toplamaya çalışıyordu. O gün bir ulaktan gelen habere göre, Skyborn krallıkları, Yıldız İnsan krallığı Sarleon'a savaş açmıştı. Krallıklar arasındaki sıkıntıyı söylenenlere göre Skyborn kervanlarının Sarleon dükleri tarafından yollarda önleri kesilerek zorunlu haraç almaları başlatmıştı.

Bu duruma artık daha fazla katlanamayan ve isyan çıkartan Skybornlu bir tüccarın liderliği altında toplanan ordu Sarleon'a bağlı olan Avayburg köyünü yağmalamıştı. İşte çıkan bu kargaşa Skybornlu kralların kulağına da gidince işler iyice kızışmıştı. Birde başından beri Kral Charles'ın bu haraç olayından haberinin olduğu ve buna göz yumduğu öğrenilince akabinde savaş çıkmıştı. Diğer taraftan Sarleon uzun zamandır Nehrim krallıkları tarafından iyice rahatsız ediliyordu.

Hazırlıklar tamamlandıktan sonra Dük Malbert komutasındaki ordular ilk olarak Laria Kalesi kuşatmasını engellemek ve sonrasında Skybornlu tüccarların isyanını bastırıp çete başlarını yakalamak için yağmalanan ilk bölgeye yani Avayburg'a doğru yola çıktı. Sarleon orduları daha birkaç gün önce de Nehrimler tarafından kuşatılan Kennet Kalesi yakınlarında büyük bir çarpışma yaşamışlardı. Kuşatma dağıtılmıştı ama bu yüzden hem Mareşal Malbert hem de diğer askerler ve dükler yorgun düşmüştü.

Sarleon Mareşali Dük Malbert'in liderliğindeki altı bin kişiye yakın devasa ordu o gece sabaha kadar hiç durmadan ilerledi. Yağmalanan ve kuşatma altında kalan bölgelere ulaşmak için yaklaşık bir gün daha yolculuk yapmaları gerekiyordu. Bu yüzden Dük Malbert, bir süre dinlenmek için ordusunu yol üzerindeki küçük bir vahada durdurup istirahat emri verdi. Zaten alınan haberlere göre Kennet kalesini kuşatan Skyborn ordusu bir anda dağılmıştı. Sanki vazgeçmiş gibiydiler ya da Dük Malbert'in yolda olduğunu öğrenmiş de olabilirlerdi.

Askerler dinlenirken o ve sağ kolu Dük Fossard ile diğer dükler yapılacak olan çatışmanın planlarını tartışıyorlardı. İlk hedef isyan çıkartan Skyborn tüccarlarının saklandıkları yerleri tespit edip bir gece baskını yapmayı düşünen Malbert, bunu nasıl yapacaklarını anlatıyordu Fossard ve diğerlerine. Kral Charles Skybornlu tüccarların gizemli liderinin başkent Avendor'da halkın önünde sağ getirildikten sonra asılmasını istiyordu. I. Charles'a göre bu sayede kendi insanları arasında ya da ülkesindeki diğer göçmenler içerisinde isyan planları yapan başkaları varsa onların cesaretlerini de kırılacağını düşünüyordu.

Bu diğer taraftan da Malbert'in işlerini zora sokuyordu. Malbert her işini garantiye almayı severdi ve bu nedenle yoluna çıkan herkesi kılıçtan geçirmek istiyordu. Dük Fossard onunla hemfikirdi. Bu Malbert'in açısından olayı kökten ve hızlıca çözecekti. Aslında tüm bu planı Dük Malbert düşünmüştü.

Dük Fossard ise her zamanki yaltakçı tavrıyla Malbert'ten duyduğu fikirlere övgüler dizerek onun memnuniyetini kazanmaya çalışıyordu. Diğer dükler ise sorgusuz sualsiz Dük Malbert'i dinliyormuş gibi yapıyorlardı. Bir süre sonra, her sözünü onaylayan sağ kolundan ve ona boş gözlerle bakan düklerden sıkılan Malbert, "Şimdi biraz uyuyacağım. Beni yalnız bırakın." diyerek acil durum toplantısına son verdi.

Kral Charles'ın çocuğu olmuyordu. Kısır olduğu uzun bir süre saklanmaya çalışılmış fakat saraydaki haremde çıkan dedikoduların yayılması sonucuyla tüm ülkeye bu haber kısa sürede yayılarak kulaktan kulağa dolaşmıştı. Bu yüzden Charles Sarleon Krallığının tahtını ele geçirdikten sonra bir varis belirleme ihtiyacı hissetti. Çünkü tahtı aldığında yaşı zaten oldukça ilerlemişti. Sarleon Dükleri arasında sadece genç Malbert'i öz oğlu gibi sevmişti. O zamanlarda daha sadece yirmi yaşında olup bıyıkları yeni terlemeye başlamış Malbert, Charles'ın gözüne girmiş ve ilerleyen yıllarda evlat edinilerek Sarleon tahtına varis olmuştu.

Malbert'in bir ailesi yoktu, sadece bir kız kardeşi olduğu biliniyordu. Dük Malbert, aslında Kral Ulric III. tahta çıktığı ilk dönemlerde yaşamış eski bir dükün oğluydu. Annesi ise onu doğururken ölmüştü. Babası ise beş yıl önce Mistmire muharebesinde ölmüştü. Çocuğu olmayacağını artık kabul etmiş Kral Charles ise ileride öldüğünde tahtını devredebilmek ve saltanatını devam ettirebilmek adına kendi oğlu gibi yetiştirebilmek için yetim olan Malbert'i evlat edinmişti.

Malbert'in savaş alanlarında ve sarayda geçen birkaç yıl sürmüş sıkı eğitimleri ardından sadece Kral Charles'ın baskıcı oyuyla ordunun Mareşali seçilmişti. Artık otuzlarının başlarına gelmiş Dük Malbert, esmer tenli, siyah kısa saçlı, sarkık bıyığıyla çoğu kadına göre yakışıklı sayılabilecek bir adamdı. Ayrıca ülkede güçlü bir konumu ve büyük bir serveti vardı.

Ne yazık ki üvey babası Kral Charles tarafından almış olduğu eğitime rağmen savaşçılığı ve komutanlığı diğer dükler arasında pek parlak olmasa da zeki bir adamdı ve gelecekte Sarleon tahtına oturmayı hayal ediyordu. Gerçi dükler arasında artık Kral Charles'ta eski ününü yitirmeye başlamıştı. Tüm bunlar sadece ülke yönetiminin sonunun başlangıcıydı.

Bugün çok sıcak bir İlkbahar günü yaşanıyordu. Köyümün güney girişinin hemen kenarında bulunan küçük bir buğday tarlasında saatlerdir çalışıyordum. Artık güneşin kavurucu sıcağından bunalmıştım ve tarlamızın kenarında olan yaşlı bir ağacının gölgesine uzanıp dinlenmeye karar vermiştim.

Masmavi gökyüzünü izlediğim sırada, sabahtan beri aralıksız çalışmanın verdiği yorgunluğu bedenimin her santiminde hissetmeye başladım. Ayrıca son birkaç gündür uykusuzda kalmıştım. Hafifçe doğruldum ve tarlaya göz gezdirdim.

Çok az bir işim kalmıştı; fakat bu arada göz kapaklarım iyiden iyiye ağırlaşmıştı. Birkaç saat uyumak ve mola verip dinlenmek niyetiyle tekrar uzanıp gözlerimi kapattım ancak istemeden derin bir uykunun kollarına kendimi bıraktım...

Sırt üstü uyurken birden uyandım. Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey kararmakta olan gökyüzüydü. Yanımdaki ağacın artan rüzgarın etkisiyle salınan yapraklarını kısık bakışlarla izliyordum. Soğuyan havayı ve gerekenden fazla uyuduğumu fark ettim. Ağzım kurumuştu. Sonra olduğum yerde doğrulup ağacın yanında duran ağzı kırık testiye uzandım.

İçinde hiç su kalmamıştı. Boş testi elimde, ayağa kalkıp köyün biraz dışında kalan kuyuya doğru yürümeye başladım. Suya varmama çok az bir mesafe kalmıştı ki yalaktan su içmekte olan siyah renkte bir at fark ettim.

Ürkütüp ihtiyacını gidermesine engel olmamak için olduğum yerde durakladım. Fakat kısa bir süre sonra daha dikkatli bakınca atın yabani olmadığını fark ettim ve ağır adımlarla onun yanına yaklaştım. Garipsediğim bir durum vardı ortada; çünkü eyeri olmasına rağmen sahibi ortalıkta yoktu ve üstelik köyde hiç kimsenin bir at alacak kadar parası yoktu.

Yanına iyice yaklaşınca üzerinde kan lekeleri olduğunu fark ettim. Telaşla yola çıkıp etrafa bakındım. Hiç kimseyi göremeyince hayvanın yol üzerinde bıraktığı nal izlerini takip ederek geldiği yöne doğru koşmaya başladım; bir süre sonra da ormanın ortasında hareketsizce yatmakta olan bir adama rastladım.

Tanımadığım bu adamın yırtık pırtık olan kıyafetlerinden bir Sarleon sınır gözcüsü olduğu güç bela anlaşılıyordu. Bir tanesi arbalet oku olup diğer iki tanesi de normal yaydan atılmış oklarla da vurularak ağır yaralanmıştı ve kendinde değildi; ama hala nefes alıyordu...

Devasa surlarla çevrili başkent Avendor'un güney kapısından içeriye karşılaştığım siyah atın üzerinde hızla girmiştim. Saraya doğru yaklaşıyordum. Sarayın giriş kapısına ulaşınca atımdan indim ve kapıdaki muhafızlardan birine yaklaşıp telaşlı bir ifadeyle Kral Charles'ı görmek için geldiğimi, ona Mobray köyünden çok önemli bir haber getirdiğimi söyledim.

Sarleon sınır komşuları olan Nehrim ile Skyborn krallıkları aralarında barış anlaşması imzalamış ve sonrasında ittifak kurarak aynı anda Yıldız İnsanı krallıklarına saldırmaya başlamışlardı. En kolay hedef olan köyleri yağmalayıp halkı katlederek Sarleon ülkesinin kalbine doğru ilerleyişlerini sürdürüyorlardı. Yol kenarında bulduğum o yaralı asker saldırıya uğrayan küçük sınır devriyelerinden birinde görevliydi ve onlara saldıran düşman askerlerinden kaçarken vurulmuştu.

Yaralı gözcü kendine geldikten sonra durumu bana anlatınca bende köy büyüklerine anlattım. Köy halkı bu haberi derhal Kral Charles'a bildirmek için haberci olarak beni yollamışlardı. Çünkü benden başka köydeki gençler arasında gönüllü olan bir kişi bile çıkmamıştı. Tabii üvey babam Gaidon bu durumu duyunca şiddetle karşı çıkmıştı. Başıma bir iş gelmesinden korkuyordu. Ancak biraz uğraşıp dil döktükten sonra onu ikna etmiştim.

Getirdiğim haberi alan Kral Charles, çaresiz bir ifade ile yüzünü buruşturdu. Çünkü ordusunun önemli bir kısmı kuşatma ve yağmaları bastırmak için kuzey batıya gitmişti. Bana beklememi emretti ve hemen şehir meclisini topladı. Bir süre sonra bende toplantı salonuna çağırıldım. Toplantı salonuna çekingen adımlarla girdim, meclis üyelerini ve Kral Charles'ı saygıyla selamlarken karşımdaki ihtiyarların karamsar bakışlarından bazı şeylerin ters gittiğini anladım.

"Emredin yüce Kral'ım," dedim Kral Charles'a doğru birkaç adım atıp yere eğilerek.

Kral tahtını itekleyerek ayağa kalktıktan sonra düşünceli bakışlarla yanıma yaklaştı ve dostane bir tavırla ayağa kalkmamı işaret ederek, elini omzuma dokundurup, "Adın Alamar'dı değil mi?" diye sordu.

"Evet Kral'ım,"

"Senin babanı hatırlıyorum. Tüm Damocles kıtasındaki en iyi ordu komutanlarından biriydi. Ne yazık ki Ulric'in ordusunda heba oldu gitti."

"Sağ olun Kral'ım," dedim.

"Senin ismini de yardımcılarım çok duymuş. Bütün köy ve şehirler seni konuşuyormuş. Dövüş konusundaki becerinin eşsiz olduğu söyleniyor. Öyle bir babanın oğlundan zaten daha azını beklemezdim."

"Çok naziksiniz Kral'ım,"

Kral memnun bir ifade ile bir an gülümsedi ve ardından da, "Her neyse..." dedi ve yine az önceki düşünceli haline büründü.

"Gelelim asıl meseleye. Şimdi anlatacaklarımı dikkatlice dinlemeni istiyorum..."

"Sizi dinliyorum Kral'ım."

"Her şey üst üste gelmeye devam ediyor. Ana ordumuzun büyük bir çoğunluğu oğlum Dük Malbert'in yönetiminde Skybornlu tüccar loncasının üyelerinin topraklarımız üzerinde yürüttükleri saldırıları bastırmakla meşgul.

Nehrimlerin ise uzun zamandır gözleri topraklarımızdaydı ve diğer taraftan geriye sadece başkent Avendor'un güvenliğini gerçekten sağlayabilecek sayıda askerimiz kaldı. Bu şehrin sınırları dışındaki hiçbir yer artık güvenli değil.

Sana demem o ki Alamar, Mobray köyü Başkent Avendor'un ve bizzat benim güvenliğimden daha öncelikli olamayacağı için benim onayım ile kurulun ortak kararı neticesinde ana ordumuz işini bitirene dek kendisini savunması kararı alınmıştır. Uzun lafın kısası şu, elinizden geldiği kadar Nehrim ile Skybornları oyalayıp ülkece içine düştüğümüz bu karanlık dönemde herkesin yapacağı gibi görevinizi yerine getirerek savaşta ordumuza zaman kazandırmanızı istiyorum anlaşıldı mı?"

Rahatsız ve şaşkın bir ifadeyle sessizce dinlemeye devam ettim. Kral Charles'ta bunu fark etmiş olmalıydı ki kısa bir süre itiraz edip etmeyeceğimi görmek için bekledi. Daha sonra lafına devam etti:

"Bu dediğimi yapabilirseniz hem sizin için, hem de dediğim gibi genel olarak zor zamanlar yaşayan ülkemiz için çok iyi olur. Bu hizmetlerinizin mükâfatını başarabilirseniz fazlasıyla veririm. Durum bu ve şimdilik bizim bu tedbiri uygulamaktan başka çaremiz yok."

Kral Charles'ın söylediklerini duyduktan sonra fazlasıyla şaşırmış ve rahatsız olmuştum; fakat bundan başka yapabileceğim hiçbir şey olmadığını da biliyordum. Zaman kaybetmeden Kral'ın emrini köyüme iletmek için izin isteyerek hemen yola koyuldum.

Bir gün sonra Mobray'a ulaşıp Kral'ın emrini köylülerime bildirdim. Bu haberi tıpkı benim gibi bir kesim şaşkınlıkla karşılamıştı. Fakat daha büyük bir çoğunluğu Charles'a sinirlenmiş ve bildiği tüm küfürleri arkasından etmişti.

Aralarına üvey babamın dahil olduğu köyün önde gelenleri, düştüğümüz bu durum karşısında ne yapmamız gerektiğini konuşmak için aldıkları ortak karar sonucunda, akşam toplanıp konuyu tartışmaya karar verdiler. Bende fırsattan istifade dinlenmek ve hasret gidermek için üvey babam Gaidon ile evime gittim.

Düşman orduları topraklarımızda savaş naralarıyla adım attıklarından beri geçtikleri her yolda, karşılaştıkları bütün Sarleon köylerini, köylülerini ve kervanlarını yağmalayıp insanlarımızı katlediyorlardı. Mobray köyüne de er ya da geç ulaşacaklardı. Kral Charles'tan beklediğimiz desteği göremeyince Mobray halkı iyice ne yapacaklarını şaşırmıştı. Bu yüzden köyümüzün büyükleri de çok tedirgindiler ve kasaba halkı adına hayati bir karar almak zorunda kalmışlardı.

Akşam başlayan ama gece boyunca süren görüşmelerin ardından düşman ordularına karşı direnmenin intihar etmekten farkı olmadığına karar verip Kral Charles'ın emrine karşı gelerek hiç zaman kaybetmeden kuzey batıya doğru diğer Yıldız İnsan topraklarında bir yerlere göç etme kararı almışlardı. O krallıkların bölgelerinde henüz savaş yoktu ve uzun süredir barış halindeydiler. Diğer yönlerdeki diyarları soğuk ve çöl iklimi sebebiyle tercih edilmemişti. Kısacası kapımıza kadar dayanmış büyük savaştan ne kadar uzaklaşırlarsa o kadar iyiydi onlar için.

İşte bunların konuşulduğu sırada bende kapının ardından konuşulanları merakla dinliyordum. Verilmiş bu talihsiz kararla ne yazık ki aynı fikirde değildim. İçeri hışımla girdim ve ısrarla Kral Charles'ın emrine uyup savaşmamız gerektiğini yineledim; ama ihtiyarlar erkanı beni dinlemedi ve göç etme kararı alındığını tüm kasaba halkına ilan ederek bunun değişmeyeceğini belirttiler.

Bir süre amaçsızca köyün kuytu köşelerinde dolaştım ve büyük bir üzüntü içinde evime gittim. Kapının eşiğine oturdum ve sessizce göç için hazırlanan Gaidon'u izlemeye başladım. Köy ahalisi alelacele lazım olacak giyecek ve yiyecekleri arabalara yüklüyordu. Ben ise düşmanlarla nasıl savaşabileceğimizi düşünüyordum.

Benim üzgün ve düşünceli bakışlarla kapının önünde oturduğumu fark eden üvey babam Gaidon, "Ne bekliyorsun oğlum?" dedi. "Öteki el arabasını sen al berikiyi ben alayım. Şunlara bir el atta eşyalarımızı yük hayvanlarına yüklemeye başlayalım. Haydi, acele et Alamar şu hazırlıklar bir an önce bitsin."

Belli etmemek için uğraşsam bile Gaidon'a da kızgındım. En azından bana hak vermesini beklemiştim. Buna kızacağımı anlaması gerekliydi ama o yarım asırdan fazladır yaşadığı yeri uğrunda savaşmadan terk etmekte çok istekliydi. İsteksiz bir tavırla ayağa kalktım ve ağır adımlarla içeri girip odama oturdum. Az sonra Gaidon bana tekrar seslendi dışarıdan:

"Daha ne bekliyorsun Alamar, ben arabaları hazırladım. Köylüler meydanda toplanmaya başladı artık gitmemiz lazım. Biliyorsun oğlum eski takatim kalmadı. Yetişemezsek geride kalırız. Bizi beklemezler."

"Tamam, baba sen onlarla git!" diye seslendim. "Sen o hainlerle git. Benim alacağım birkaç parça eşya daha var; onları da alınca gelirim."

"Böyle konuşma oğlum. Bizler çiftçiyiz. Hiçbirimiz senin gibi kılıçta kullanmayı bilmeyiz. Ne anlarız savaştan? Hadi fazla gecikme. Zaman değerli. Düşman orduları küçük köyümüzü bizimle beraber yutmadan önce buradan uzaklaşmalıyız."

Evimi bırakıp gitmek istemiyordum. Bu sadece Kral Charles'ın bizlere olan emriyle alakalı değildi. Asıl sebebi; yıllar önce öz babamı şehit eden Nehrimlerden ve onlarla işbirliği yapıp insanlarımızı katleden Skybornlardan kaçmayı gururuma yediremiyordum. İçinde bulunduğum çaresizliği ve kendi kralımın halkını sürüklediği bu kargaşa sonucunda yaşlıların aldığı kararı düşündükçe de öfkemi kontrol edemiyordum. Hızlı adımlarla evin salonuna geçip elbise dolabımdan şehit babamın bana emaneti olan savaş kıyafetlerini çıkardım. Kalkanı ve kılıcı kuşandıktan sonra evin bahçesinde bekleyen siyah atıma binip hızla kasaba meydanına doğru sürdüm.

Bu at ile aramda kısa sürede büyük bir dostluk oluşmuştu. Adını Fırtına koymuştum. Rahmetli babamda namı Nehrimliler tarafından bile bilinen usta bir at binicisiydi. Sanırım kanımdan geliyordu bu kılıç kullanmak ve at binmek. Uzakta gecenin karanlığında bir anda meydana doğru giden yolda belirdim. Dörtnala Fırtına'nın üstünde tozu dumana katarak giderken, metal zırhımın, silahımın takırtıları ve nal sesleri havayı yararak arkamdan sanki bana eşlik ediyordu. Beni ilk anda görenlerin çoğu üzerimdeki zırhı ve silahları fark edince garipsemişlerdi.

Onların şaşkın bakışlarına aldırmadan kalabalığın ortasına doğru sürdüm atımı. Uzun ama etkileyici bir konuşma yapmalıydım ve ne olursa olsun onları savaşma konusunda ikna etmeliydim. Aksi takdirde Kral Charles, bizleri arkamızdan "Korkak göçmenler" diye anacaktı; bunu düşünmek dahi gururumu kırıyordu. Her zamanki kararlı tavrımla, kalabalığın orta yerinde durduğum atımın üzerinden seslenmeye başladım kasaba halkına:

"Hepiniz Sarleon'a yani vatanımıza ihanet ediyorsunuz! Bizlere atalarımızın kanlarıyla ödedikleri bedeller sonucu yaşamamız ve korumamız için emanet edilmiş toprakları, halkımızı katleden yabancı kişilere bırakıp kaçıyorsunuz. Korkaksınız, zayıfsınız! Şundan emin olun ki buradan gittikten sonra yeni yaşamınızda ve yeni çevrenizdeki diğer halklardan insanlar sizden bu gurur kırıcı sıfatlarla bahsedecekler. Korkak Sarleonlular ya da korkak göçmenler diyerek söze başlayacaklar.

Eğer böyle bir yaşamı ölümden daha kolay görüyorsanız sizlere diyecek başka lafım kalmıyor. İsteğiniz krallığa sığınmak için defolup gidebilirsiniz. Şayet gerçekten böyle düşünüyorsanız bir an bile o sığıntı rezil hayatın kollarına atılmakta tereddüt etmeyin. Lakin ben sizin gibi bir avuç acizlerin bu yolculuğuna asla katılmam. Rahmetli annemin ve benim doğduğum bu köyde kalıp tek başıma savaşacağım. Hiç kimse doğduğum toprakları beni öldürmeden elimden alamaz. Ve ölüm, benim için sizin gibiler arasında yaşamaktan daha kolay ve onurlu bir sondur.

Tüm kalbimle inanıyorum ki rahmetli babam ve annemde bunu yapmamı tercih ederdi. Son olarak şunu da unutmayın ki ben bunu bizi zor günlerimizde yalnız bırakmış ve açıkça ölmemizi umursamayan bir kral için yapmayacağım. Bunu benim gibi onuruyla yaşamış olan benden öncekiler için ve sonraki nesillere örnek olmak için yapacağım. Şimdi benimle aynı fikirde olanlarınız varsa peşimden gelir ya da sonsuza kadar derin bir utancın içinde pişman olarak belki biraz daha fazla yaşar. "

Sözümü bitirdikten sonra kimseye cevap hakkı tanımadan ve arkama bakmadan hızla atımı şaha kaldırıp meydandan ayrıldım ve kasabanın güney girişine doğru sürerek gecenin karanlığına karışarak kayboldum.

"Her şey bittiğinde vakit hala geceydi. Bir anda geldiler ve ne olduğunu anlayana kadar etrafımızı sarıp tepemize çöktüler. İşler kontrolden çıktı ve artık kaçmak ya da savaşmak bir seçenek değildi. Bir süre sonra ise gökyüzü kara bulutlarla kaplanmıştı. Ardından şiddetli bir sağanak yağmur başlamıştı.

Artık inleyenlerin sesleri de kesilmişti ve kimse kımıldamıyordu. Yağmur bugün burada ölmüş olanların cansız bedenlerin üzerine dökülüyordu ve onların cesetlerindeki kılıç, mızrak, ok ve büyülerin açtığı yaralarından boşalan kanlarla oluşmuş küçük gölcükleri temizliyordu. Suçumuz yoktu, hatta sebebini bile öğrenememiştik. Fakat neden başladığını bilmediğimiz mantıksız bir savaşın uğruna Mobray halkı köy meydanını kendi kanlarıyla boyamıştı. Her şeye rağmen onurumuzu korumuştuk.

Ancak yaşadığımız bu şeyin adı savaş değildi. Bizleri mezbahanede hiçbir şeyden haber olmadan kesimlerini bekleyen hayvanlar gibi kıstırıp katletmişlerdi. İnanılmaz olan şey bu olayın komik tarafı birkaç saat önce köylülerime o cesaret verici o konuşmayı yapan kişi ben değildim. Hatıralarımda ki o eski Alamar'ın benliği savaşın gerçek yüzüne şahit olunca yok olmuştu. Neyden bahsettiğini bilmeyen aptal bir çocuk gibi davranmıştım.

Meydanın ortasındaydım. Açık alanda yağmurdan ıslanmış bir şekilde yerde dizlerimin üstünde kan revan içinde yıkılmış duruyordum. Her şey hemen uyanmak istediğim bir kâbus gibiydi. Kirpiklerimdeki damlacıklar sanki göz kapaklarıma ağır gelmeye başlamıştı. Zorlanarak gözlerimi tekrar açmaya çalışıyordum ama gücüm yetmiyordu işte.

Burnuma ağır toprak kokusuyla karışmış, çürümeye başlayan cesetlerin kokusu geliyordu ve bu silmek istediğim o katliamın görüntülerini gözümde tekrar canlandırıyordu. Ağır hareketlerle doğrulurken, sanki tonlarca ağırlıktaymış gibi hissediyordum. Nerede olduğumu hatırlamak için yorgun bakışlarımla etrafıma göz gezdirmeye çabaladım.

Atım Fırtına ile düşmanlarla çarpışırken ok ile vurulmuştum ve dengemi kaybederek yere düşmüştüm. Attan düşerken başımı büyük bir taşa çarparak ağır bir darbe almıştım. Bu yüzden tüm bunlar bana gerçek dışı geliyordu. Dramatik olarak üstüme yığılmış ölülerin arasında korunur vaziyette kalmıştım. Kendime geldiğimde ilk anda şok geçirmiştim. Bilincim yerinde değildi.

Hayalle gerçek birbirine girmişti. Sonra okun saplandığı yer olan sağ kolumda hissettiğim acıyla irkildim. Bu beni azda olsa gerçekliğe getirip uyandırmıştı. Dehşet dolu gözlerle baktım yerdeki bedenlere tekrar ve tekrar. O birkaç saniyede gördüklerim bir insan ömrü gibi gelmişti bana. Nehrim ve Skyborn askerlerinin hain bakışlarla ve kahkahaları eşliğinde üzerimize yağdırdıkları okları ve büyüleri hatırlamıştım. Bu adamlar benim evimi, ailemi ve komşularımı yani kısacası hayatımı yok etmişlerdi. Bu arada göz ardı ettiğim bir gerçek vardı; çok fazla kan kaybetmiştim. Bilincim her an tekrar gidecek gibi oluyordu.

Çocukken düşen yıldırımları izlemekten çok keyif alırdım. Bu durum nadir olduğundan dolayı yılın bu zamanını daha çok sever ve hep beklerdim. Köyde diğer çocuklar korkup saklanırken ben düşen yıldırımların seslerinde huzuru bulurdum. Yaratıcı Absalom'un kırbaçları gibi inerlerdi yeryüzüne.

Fakat yıldırımları ilk defa bu kadar yakından görüyordum. Peş peşe köye çok yakın yerlere çarpıyordu ve yağmalanmış Mobray köyünü karanlıkta kısa bir anlığına aydınlatıyordu. Meydanda dolaşmaya başlamıştım, tek tek herkesi bir faydası olacakmış gibi kontrol ettim; ama şu anda zaten ölmek üzere olduğumu bildiğim gibi hiçbirinin yaşamadığını da biliyordum.

Hayatım boyunca hiçbir şeye ağlamamıştım ne annemin ne de babamın ölümüne bile ama ilk defa yaşadığım bu denli tarifsiz çaresizlik duygusu beni hüngür hüngür ağlatmaya başlamıştı. Gözyaşlarımı tutamıyordum, onlara gark olmuş halde içlerinde boğuluyordum. İstemsizce titreyen bedenimi amaçsızca dolaştırmaya devam ettim.

Görüşüm gözyaşlarımın damlalarından buğuluydu. Bir ormanın içine girmiştim. Üstüme gelen devasa ağaçlara çarpmama rağmen varılacak bir yeri olmayan yürüyüşümü sürdürdüm. Ayaklarıma ısrarla küçük dal parçaları dolanıyordu. Tüm bunlar güç bela sağladığım dengemi daha çok bozuyordu.

Birkaç adım aralıklarla yıkılıp kalıyordum. Kendimi çamura bulamış şekilde kontrolsüzce kaldırmaya çalışıyordum. Ölmek istemiyordum ama sadece İntikamımızı almadan ölmek istemiyordum. Bu yüzden son gücümle bana yardım edebilecek birilerini bulma umuduyla yaşama tutunmaya çalışıyordum.

Nasıl başardığımı bilmiyordum ama ormanın ilerisindeki açıklığa çıkmıştım işte. Gözüme uçsuz bucaksız yeşillik alanlar ilişti. Bu alanın görüntüsü dünyada hala güzelliklerin olduğunu resmetmiş bir ressamın portresi gibiydi. Yakınlarda şehir ya da kasaba olabileceğini düşünüp sınırlarımı iyice zorlayarak sıklaştırdım adımlarımı. Gözlerimden ve yanaklarımdan aşağıya süzülen damlaların hala yağmur yağdığı için mi yoksa ağladığım için mi olduğunu anlayamıyordum.

Sonra ufukta hatlarını belirgin göremesem de büyük yapılar ilişti gözüme. Büyük surlar, kaleler ve çevrelerinde tarlalar olan geniş alana yayılmış bir yerdi. Fakat yağan yağmurla çamurlaşıp, ağırlaşan toprakta daha fazla ilerleyecek halim kalmamıştı.

Yenice doğmaya başlayan sabah güneşinin muhteşem manzarası, kapanan göz kapaklarımın ardında kaybolurken bayılmadan önce hissettiğim ve duyduğum son şey; yüzüstü düşerken beni iki koluyla tutup kendine çeken bir kızın sesiydi. Hiçliğe doğru ruhumu teslim ettiğim sırada bir mucize gerçekleşmişti.

Güneş ışıklarının huzmelerinden yüzünü seçememiştim. Fakat sesinden bir kız olduğunu anlamıştım. Beni nasıl yaptıysa iki narin eliyle tutmuş, kollarını dolayarak kucaklayıp dizinin üstüne yatırmıştı. Gözyaşlarımla ona boş bir ifadeyle bakmaya çalışırken, yüz hatlarını bir türlü göremediğim için üzülüyordum.

Ancak gözlerinin çok güzel olduğundan emindim. Kız en güzel bahçelerden toplanmış gül ve papatya çiçekleri gibi mis kokuyordu. Aniden rahatlatıcı bir duygunun bedenimin üzerinden ve sonrada içerisinden süzülerek aktığını hissetmeye başladım. Onun güzel kokulu kollarında bütün acılar ve sıkıntılar gitmişti. Yaşadığım onca kötü şey artık uzak ve unutulmuş birer anı kırıntılarıydı..."

Meydanı derin bir sessizlik bürümüştü. Kasabalılar benden duydukları sözlerle irkilip, bunları düşünmeye başlamışlardı. Fakat bu sessiz bekleyiş bütün bir gece sürdü. Farkında olmadan atımı bağladığım bir ağacın kenarında uyuyakalmıştım. Sabaha doğru gördüğüm korkunç kâbusların etkisiyle yeni güne gözlerimi açtım.

Kendime gelmeye ve gördüğüm şeyleri yorumlamaya çalıştığım esnalarda, köyün içinden giderek yaklaşan tartışma seslerinin gürültüsüyle irkildim. Geceleyin kaçma taraftarı olan gençler ve yaşlıların yaklaşırken bana olan bakışlarında hak veren bir ifade görmüştüm. Aralarında üvey babamı gördüm ve onun bile kararlılığım karşısında sanki savaşma isteği gelmiş gibiydi.

Toplaşan kasabalılar çevik bir hamleyle ellerine silah yerine geçen buldukları ne varsa aynı anda çektiler ve bana doğru uzattılar, sonra hep bir ağızdan:

"Buraya seninle birlikte ölmeye geldik." dediler öfkeyle.

Beklenmedik bu destek karşısında, gördüğüm korkunç kâbusu hemen unutmuştum. Çünkü artık benim birlikte ölüme meydan okuyacak kadar cesur olan yüz kişi daha vardı arkamda. Siperler kurduk ve oraya adamları yerleştirdik.

Rüyamda Mobray köyünün yaşadığı felaketin gerçekleşmesine izin vermeyecektim. Doğduğum bu köyde, küçük bir orduyla beraber bir efsanenin yazıldığına şahitlik edecektik.