Chantry Takvimi: 9:52 Ejderha
Yer: Ferelden, Redcliffe Köyü
Tepenin üzerinde durmuş ufku seyre dalmıştım. Çizmelerimin altındaki çimenli zemin sert ve donmuştu. Etrafımda onlarca kar taneciği uçuşuyordu. Isırıcı soğuğa aldırış etmeyip hedefime odaklanmaya çalışıyordum.
Çevrede şiddetli bir rüzgârın ve uzaktaki bir dalda duran karganın sesi yankılanıyordu. Ben ise o sırada gözlerimi kısmış, Konsantre olarak tüm dünyanın geri kalanından soyutlanıyordum ve kendimi sadece çok uzaktaki çam ağaçlarından oluşan arazide bir başına dikilen, zayıf huş ağacına dikkat etmeye zorluyordum.
Elli yedi metre kadar bir mesafede bulunan bu atış, babamın en iyi adamlarının bile kalkamayacağı bir işti. Ailem arasında ben yani Axael Cousland bu durumlarda herkesten çok daha fazla kararlıydım.
Ama yirmi yıllık şu kısa ömrümde bazı konularda hiçbir zaman yeterince uyumlu olamadım. Elbette bir parçam üvey annemin benden beklediği gibi yapmak ve üst tabakadaki toplumda yerime uygun olarak, diğer soylu aile mensuplarının katıldığı partilerde tıpkı kardeşlerim gibi vakit geçirmek ve kurallara uyan mantıklı bir prens olmakta istemiyor da değildi.
Yine de derinlerimde olan diğer tarafım ise asla öyle biri değildi. O öz babasının oğludur, babam gibi savaşçı boyun eğmez cesur bir ruha sahipti. Görkemli kalelerin taş duvarları arkasında tutulamazdı ve her zaman kalbinin sesine kulak verirdi, mantığa teslim olmadan.
Bütün o gri muhafızlardan çok daha iyi bir atıcıydım. Aslında babamın en iyi askerlerini tüm silah çeşitleri ve dövüş teknikleri konusunda çoktan geride bırakmıştım bile ve herkese hepsinden önemlisi de babama ciddiye alınmam gerektiğini kanıtlamak için her şeyi yapmaya hazırdım. Babamın beni sevdiğini biliyordum ama babam ile üvey annem benim gerçek kimliğimi görmeyi hep reddediyordu.
Buraya Redcliffe Arl'ı ve babamın çok eski bir dostu olan rahmetli Eamon Guerrin'nin cenazesinin yakılma töreni için geldik. Bu uzun zamandır Denerim şehrindeki saraydan ilk ayrılışımız. Üzücü bir gün olmasına rağmen Redcliffe kalesinden uzakta, tek başıma göz alabildiğince uzanan karlı ovaların verdiği özlemiş olduğum özgürlük hissinin tadını çıkarmaya çalışıyordum.
Buraya geleli çok kısa bir süre olmasına rağmen daha şimdiden kendime bir yer bulup çalışmaya başladım. Kalenin düzensiz taş duvarlarını tepeden gören, isabet ettirilmesi zor ağaçların bulunduğu platonun üstünde kendimi eğitiyordum.
Oklarımın ve kılıcımın darbesi köyde yankılanan sürekli bir ses haline gelmişti. O alandaki tüm ağaçlar bu hamlelerden nasibini almıştı, ağaçların gövdeleri epey parçalanmış, bazıları da yan yatar hale gelmişti.
Babamın birçok okçu muhafızının fareler, tavşanlar, kediler ve benzeri hayvanlara nişan aldığını biliyordum; kendimi eğitmeye başladığım ilk zamanlarda bunu bende denemiştim ve o pis kokulu hastalık taşıyan fareleri kolaylıkla çok uzak mesafelerden öldürebildiğimi fark ettim.
Fakat bu iş zamanla midemi bulandırdı. Ben korkusuzdum ancak duyarsız da değildim ve canlı bir varlığı sebepsiz yere öldürmek bana hiçbir şekilde zevk veren bir amaç olamazdı. O zaman, bir daha tehlike altında olup savunma amacı dışında hiçbir canlıyı öldürmeyeceğime dair kendime söz verdim. Her hayat değerlidir ve onu Yaratıcı'nın çizdiği kader uygun görürse yanına alabilir.
Yine de bitkisel canlılarında bizler ya da hayvanlar kadar olmasa da canları olduğu söylenebilirdi. Onlarında azda olsa acı duyduklarına emindim. Seslerini duyamasak ta. Bu durum hala yeterince acımasızca görünüyor olsa da pratik yapmanın daha iyi bir yolunu bulamamıştım.
Bazı yaratıklar ve canavarlaşmış insanlar var ki organik canlı varlıklar hakkında olan inanışımda genelleme yapmamı engelliyor. Geçen yıllarda küçük erkek kardeşim Loghain büyük bir örümcek tarafından ısırılarak yaralanıp, bir ay kadar uzun bir süre yatakta hasta yattığından beri, ormanlarda yaşayan bu iğrenç şeyleri öldürürken vicdani bir rahatsızlık hissetmiyordum.
Bu olay yazın ortalarında dolunaylı bir gece yarısı gerçekleşmişti. Devasa Brecilian ormanı başkent Denerim'e oldukça yakındır. Loghain ile o gün saraydan gizlice kaçıp kasvetli şehrimizin dışına hevesli bir şekilde attık kendimizi. İkimizde şehir hayatının gürültüsünden, kalabalığından ve monotonluğundan sıkılıyorduk.
Yeni heyecanlar arıyorduk. Macera yaşamak istiyorduk. Tıpkı babamız Yüce Kral Leo gibi. Ormanda koşturup atlayıp, zıplayıp tırmanarak ormanı keşfederken zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık Loghain'le. Hava kararmıştı ve farkında olmadan çok uzaklaşıp ormanın derinliklerinde kaybolmuştuk.
Tüyler ürperten tuhaf sesleri duymamızla ve onlarca gözleri olan yaratıkların gölgelerden bizi izlediklerini fark etmemizle irkildik. Yaratıcı'nın Gelini Andraste'ye şükürler olsun ki yay taşıma alışkanlığım sayesinde kardeşimle ucuz yırttık.
Saldırı sırasında aniden bir refleksle korkudan titreyen Loghain'i arkama alıp korudum ve yayımı gerip fazla düşünmeden oku yolladım. Ok havada süzülüp dev örümceğin bir gözünden girip başının arkasından çıkmıştı. Diğer örümcekler bunu görünce daha çok saldırganlaştılar ama elim hızlıydı. Birkaç tanesini daha bize yaklaşmadan vurduktan sonra korkup çekildiler.
O anlarda üzerinde hala isabet ettirdiğim oklarla yerde yatan dev örümcekleri saymakla uğraşırken etrafımızı saran bizi aramaya çıkmış gri muhafızların hayrete düşmüş suratlarla bana bakışlarını gördüğümde heyecandan daha çok ürpermiştim.
Tüm uğraşlarım karşısında küçük kardeşim gene de farkında olmadığım anda örümceklerden biri tarafından sokularak zehirlendi. Ev yolunda giderken anlaşıldı.
Fazla zaman kaybetmeden kardeşimi kucağıma alıp taşıdım şehre kadar. Sarayda şifacılar derhal tedavi ettiler çeşitli büyülerle. Dediler ki geç kalsaydık Loghain belki de hayatının geri kalanında kalıcı olarak felç kalabilirmiş. Öyle bir şey olsaydı kendimi asla affetmezdim.
Hava neredeyse zifiri karanlıktı ve buna rağmen örümcekleri bu mesafeden keskin bir doğrulukta vurabildiğime hala anlamakta zorlanıyordu askerler. Bunun imkânsız olduğunu söylediler. Hiçbir sıradan insanın gözleri bu kadar net karanlıkta göremezmiş.
Bunlar neyden bahsediyordu ki böyle? Ben kendimi bildiğimden beri karanlıkta bir kedi kadar iyi görüp bir şahin kadarda uzağı net görüyordum. Ayriyeten çok iyi koku alma duygusuna ve de keskin duyan iki kulağa sahiptim, hızlı ve bir o kadarda güçlüydüm. Bunlar beni Ferelden'den de en iyisi olduğum diğer bir konu olan avcılıkta da parlayan bir yıldız yapan özelliklerimden sadece bazılarıdır.
Bu tanrının bir kutsaması olmalıydı…
Kendimi odaklanmaya zorluyordum. Elli yedi metre uzaklığına yapacağım atışı kafamın içinde canlandırdım. Yayımı kaldırıp, hızla çenemin altına kadar gerip, hiçbir tereddüt etmeden bırakıyordum.
Derin bir nefes aldım, yayımı kaldırdım, bir kararlılık anında yayı gerdim ve bıraktım. Tıpkı kafamda canlandırdığım gibi. Hedeflediğim ağacı vurup vurmadığımı kontrol etmeye ihtiyacım bile yoktu.
Bir an okun ağaca saplanma sesini duydum, ama o anda çoktan başka yöne dönüp yeni bir hedef arayışına girmiştim bile, daha uzak bir tane.
Ayaklarımın dibinde birden inilti duydum ve Maya'ya baktım. Mabarim Maya, her zaman yaptığı gibi yine yanımda yürüyor ve bacaklarıma sürtünerek ilgimi çekmeye çalışıyordu.
Aşağı yukarı on yedi yaşlarında yetişkin dişi bir savaş köpeği olan ve boyu dört ayak üstündeyken belime kadar gelen Maya, bana karşı son derece korumacıydı.
Bende aynı şekilde Maya'ya karşı son derece korumacıyım. İkimiz, Denerim şehrindeyken, birbirimizden bir an olsun ayrılmıyorduk. Maya bana yetişmek için acele ederek arkamdan hızla geliyordu.
Mabarim ile neredeyse birlikte büyüdük diyebilirim. Sadık bir dostum olarak her zaman yanımdaydı. Tabii yolumuza bir sincap ve tavşan çıkmazsa. O durumda saatlerce ortadan kaybolabilir.
"Seni unutmadım kızım" dedim ve elimi sırt çantama sokup, önceki günkü ziyafetten kalan bir yaban domuzu kemiğini Maya'ya uzattım. Maya kemiği kaptığı gibi çevremde neşeyle koşmaya başladı.
Bir zamanlar tıpkı şu anda benim gibi babamında bir mabarisi vardı ama o erkekti. Maya babamın maceracı olduğu günlerde yanında yoldaşlık yapmış o köpeğin yavrusuydu. Maya'nın hayatı inanılmaz derecede trajiktir.
Maya ve ben daha küçüktük, o köpeğin yaşlılıktan dolayı öldüğünü hatırlar gibiydim. Maya'nın annesini ise doğum sonrası kaybetmiştik. Tam dört tane yavru doğurmuştu ancak yavrular zamanla zayıf düşerek ölmeye başladılar. Aralarından sadece Maya hayatta kalmayı başarmıştır.
Zavallı Maya'm…