Yörüngesine girdiği gezegenin bulut tabakasını hızla aştı. Havanın daha yoğun olduğu katmana girdiğinde kapsülün yüzeyindeki ısı kalkanı, turuncu alevler içinde parıldamaya başladı. Kadın, kaskının içinden dışarıyı tam olarak göremiyor, sadece ısı kalkanının sıcağını hissediyordu. Bir yandan da iri menekşe gözlerini kapatmaya, içinde yükselen kaygıyı bastırmaya çalışıyordu. Kapsül, birkaç saniye sonra aşırı bir sürtünme gücüyle sarsıldı ve kısmen parçalanmaya başladı. Zırh, uzay boşluğundan geçiş için tasarlanmış olsa da bu kadar sert bir atmosfer girişine dayanacak şekilde tam test edilmemişti.
Genç kadın, hızla çarpacağı yüzeye odaklanmaya çalıştı. Son gördüğü manzara, kapsülün camından sızan alevler ve aşağıda gittikçe belirginleşen geniş bir ova oldu. Bu ovanın ortasında koyu renkli topraklar, üzerinde ufak tepecikler ve etrafta sıralanmış kayalık kanyonlar yer alıyordu. Ancak asıl dikkat çekici olan, yüzeye daha da yaklaşırken fark ettiği iki dev orduydu. Bu ordular, farklı renklerde sancaklar taşıyorlardı; bir tarafın sancaklarında pas rengi ve siyah çizgiler, diğer tarafınkinde ise altın işlemeli simgeler parıldıyordu. Sıcak hava dalgalarının içinde çatışan bu kalabalık, görünürde tahmin edilenden daha ilkel silahlar kullanıyordu: Yanan oklar, metal kılıçlar, mızraklar…
Kızın kapsülü yaklaşırken altın işlemeli sancağa sahip olan taraf, gökyüzünden süzülen bu alev yüklü kütleyi bir anda fark etti. O kadar uzaktaydı ki, düşüşün kaynağını tam seçemediler; uzaktan gelen dev bir mancınık atışı olduğu fikri, savaşçıların zihninde hemen belirdi. Karşılarındaki düşmanla çarpışırken böylesine büyük bir ateşli kayanın üzerlerine doğru fırlatıldığını düşünen bazı askerler, paniğe kapılmış biçimde geri çekilmeye başladı. Öte yandan, pas rengi sancaklı birlik de ne olduğunu anlamadan sağa sola savruluyor, kendilerine doğru uçan bu devasa "göktaşı"nın hangi yıkımı getireceğini kestiremiyordu. İki ordu birbirine kılıç sallamaya, mızrak fırlatmaya devam ediyor, kimileri toz bulutu ve duman içinde ezber bozan bir sahneyle yüzleşiyordu.
Nihayetinde kapsül, yere birkaç yüz metre kala neredeyse bütünüyle parçalandı; zırhın son katmanı, ısının büyük bölümünü dışarı atmayı başarmış olsa da, çarpma korkunç bir sarsıntıyla gerçekleşti. Saniyeler içinde toz bulutu, kırık metal parçaları ve yanık kokusu etrafa yayıldı. Gökten düşen bu parlak cismin tam ortasında, denek olan kadın, bilincini hızla yitirirken yüzünde dehşetle karışık bir kabulleniş ifadesiyle gözlerini kapattı.
Çarpmanın etkisiyle, zırhın bazı bölümleri parçalanmış, sol omzundaki koruyucu plaka tamamen kırılmıştı. Son bir bakışta, gözlerindeki menekşe rengi ışıltı silindi; zihni derin bir karanlığa gömülürken, uzaktan hayal meyal duyduğu sesler sanki bir tünelin ötesinden geliyordu. Bağrışmalar, koşuşturan ayak sesleri, toprak üzerinde sürüklenen metal kılıçların çıkardığı cızırtılar, belli belirsiz bir uğultu halinde kulaklarında çınladı. Saniyeler sonra hiçbir şey duyamaz oldu.
Tam bu anda, altın işlemeli sancağı taşıyan birliklerin bazıları, üzerlerine fırlatıldığına inandıkları bu "ateş dolu kaya"nın düşüşünden sonra büyük bir duman ve patlama gördüler. Birkaç asker, merakla o tarafa baksa da cephedeki çarpışma hâlâ sürüyordu; düşman saldırısı anbean devam ediyordu. Birçoğu, "Bu bir mancınık atışıydı, yanmış bir kayaydı," diye söylenerek korumaya çekildi veya taarruza devam etti. Karşı ordudaki savaşçılar da benzer şekilde paniğe kapılmış ama tekrar hücuma geçmek zorunda olduklarından enkaza pek yaklaşamadılar. Toz bulutu dağılırken, birkaç savaşçı uzak mesafeden dumanın içinden alevlerin azaldığını görüp "Gelen tehlike savuşturuldu," diye düşündü.
Kızın düştüğü yerde parçalanmış kapsül ve devrilmiş birkaç yanık metal iskelet, etrafa saçılmıştı. Tam orada da savaş ölüleri ve yaralılar arasında yeni bir ceset gibi yatan genç Malken deneği vardı. Solgun yüzü, toz ve kan içinde neredeyse tamamen kamufle olmuştu; zırhının kalan kısımları, paramparça olmuş metal enkazın arasında güçlükle seçilebiliyordu. Sahadaki karmaşa öyle yoğundu ki, kimse bu tuhaf cismin içinden çıkıp yere serilen birinin farklı bir diyardan, farklı bir gezegenden geldiğini anlamadı. İlk bakışta, yanıp kül olmuş veya vurulup düşmüş bir asker bedenine benzediği için hiç kimse pek önemsemedi.
Tonoflenya'daki akademinin kontrol odasıysa, tam o anda kask ekranından son çığlık dalgalarını kaydediyor ve ardından iletişimin kesildiğini raporluyordu. Ekip lideri Deyron, ellerini saçlarına götürmüş, "Ne oldu? Nereye gitti? Yaşıyor mu?" diye ardı arkası kesilmeyen sorularla bağırıyordu. Mühendislerden biri, "Kapsül sinyalleri şu an kayboldu, atmosferik girişten sonra veri alamıyoruz," diye karşılık verdi. Valen Lazerya'nın emri doğrultusunda, Y.G.K dış görevlerindeki tüm gemilere uyarı iletiliyor, "Bu koordinat veya yakınlarında bir anormallik hissederseniz, derhal bildirin," mesajları dört bir yana yayılıyordu.
Böylelikle, Malken Krallığı'nın uzun yıllar sonra gördüğü en büyük bilimsel devrim, henüz ikinci adımında korkunç bir talihsizlikle karşılaşmıştı. Bir yanda muhteşem potansiyeliyle uzayın farklı noktalarına anında ulaşmayı vaat eden çığır açıcı teknoloji, diğer yanda ise kontrolden çıkmış bir moleküler bağ hatası ve bir deneğin belirsiz bir dünyada ölümle burun buruna gelmesi… Akademinin soğuk, metalik koridorlarında yankılanan bu gerçek, Valen Lazerya'nın kulaklarında çınlıyor, "Bir an önce çözüme kavuşmalı," diye ısrarlı bir öfkeyle tekrarlanıyordu. Deyron ve Malika, bu sorunlu protokolün köküne inmek için geceli gündüzlü çalışmalara yeniden koyulacak, belki de makinenin çekirdeğini baştan tasarlayacaklardı. Her ne olursa olsun, Malken ırkına mensup bir deneğin güvenliği söz konusuydu ve eğer kral IV. Bagrius bir felaket haberi alırsa, bunun sonuçları dayanılmaz derecede ağır olabilirdi.
Öte yandan, toprak rengi gezegenin yüzeyinde, yükselen toz bulutu arasında yerde hareketsiz yatan genç kadın, kendini bir anda savaş alanının vahşetinde bulmuştu. Bilincini yitirmişken kanlar, toprak ve enkaz karışımı içinde neredeyse görünmez hale gelmişti; uzaktan bakanlar onu yanıp kül olan kayalar ve enkaz arasında ölmüş bir savaşçı sanıyorlardı. Savaş kızıştıkça, kimse onu doğrudan inceleme gereği duymuyordu. Geri planda kalan bu "yeni ceset", henüz birileri tarafından keşfedilmeyi bekliyordu. Belki saatler, belki de günler sonra anlaşılacak bir sırrın parçasıydı artık. Yaşam belirtisi gösterecek kadar şansı varsa, belki de bu topraklarda yeni bir kader ağının dokunmasına sebep olacaktı.
Tonoflenya'daki Y.G.K Akademisi ise bu sırada paniği bastırmak için her yolu arıyor, Valen Lazerya'nın emriyle tarama seferleri organize ediyor, makinede ortaya çıkan sorunun kök nedenini bulmak için de laboratuvardaki tüm verileri yeniden gözden geçiriyordu. Hiç kimse kesin cevaplara sahip değildi; ama ortada olan tek gerçek, mühendislerin veri ekranlarında korkunç bir kırmızı hata mesajıydı: "Yer Değiştirme Başarısız. Moleküler Bağ Sorunu Algılandı. Güvenlik Protokolü Etkin." Kral IV. Bagrius'a henüz tam bir bilgi verilmemişti; ancak bu durumun çok uzun süre gizli kalması mümkün değildi. Valen, "Denek 07"nin bir an önce bulunmasını emretmişti. Zaman daralıyor, genç kadının kaderi belirsizliğini koruyordu. Büyük bir sevinçle başlayan ikinci testin, bu felaketle sonuçlanıp sonuçlanmayacağı, artık sahaya inip deneği kurtarabilecek ya da en azından izini sürebilecek ekiplere bağlıydı.
Nitekim, en görkemli keşifler, bazen en derin karanlıkları da beraberinde getirirdi. Daha yolun başında olan yer değiştirme teknolojisi, ne kadar umut vadediyorsa o kadar da tehlike barındırdığını böylece gösteriyordu. Valen Lazerya, Deyron, Malika ve diğer araştırmacılar, geri dönüşü olmayan adımlar atmaya zorlanacak; belki de bu süreçte, galaksinin farklı ırklarıyla yeni bağlar kurmak ya da eski düşmanlarla yüzleşmek zorunda kalacaktı. Öyle ya, her buluş ve atılım, beraberinde fırsatları kadar felaketlerin kıyısını da taşır; bu sefer o kıyıya fazlasıyla yaklaşılmıştı.
Altın işlemeli sancakların dalgalandığı savaş alanında güneş, ufkun üzerinde yükselmeye devam ederken, Tamul Krallığı'nın prenslerinden biri olan Volric Bravegod, atının üstünde soğukkanlı bir tavırla çevresindeki karmaşayı izliyordu. Sırtında taşıdığı uzun kılıç, kabzasındaki kabartmalarda stilize edilmiş aslan desenleriyle dikkat çekiyordu. Başında sade ama karizmatik bir miğfer vardı; miğferin alnından başlayıp ensesine kadar uzanan ince metal parçalar, zırhın geri kalanıyla bütünleşik ve çimen yeşiliyle kaplıydı. Bu zırh, Tamul Krallığı'nın simgesel renklerinden biriydi. Zırhın göğüs kısmındaki altın işlemeler, prensin soylu konumunu gözler önüne seriyordu.
Volric, sağında duran ve üzerine hafif zırh giymiş genç bir süvariye döndü. Genç süvari, kalkanındaki düz desenlere bakılacak olursa henüz rütbe kazanmamıştı. Prens, gözlerini karşıda öbek öbek dizilmiş kızıl zırhlı askerlere dikti. Düşman tarafın sancaklarında siyah ve pas rengi motifler görülüyor, özellikle de kızıl demirden dövülmüş miğferler ve göğüs zırhları güneş ışığında titrek bir parlaklık yayıyordu. Tamul ordusundaki süvari birliği hareketlenmek üzereydi; ama Volric önce son emri vermeden durum değerlendirmesi yapmak istiyordu.
"Şu kızıl maymunlar," dedi Volric, karşıya bakarak, sesinde öfkeyle karışık bir merak seziliyordu, "Ne zaman şeytan olup bu kadar büyük bir mancınık ateşi göndermeyi öğrendiler?" Sözünü bitirir bitirmez, gökyüzünde hâlâ hafif tüten dumanın izlerine baktı. Az önce, çok uzaklardan devasa bir cisim fırlatılmış gibi bir patlama görmüşlerdi; ordunun pek çok askeri de bu olayı kendi gözleriyle şahit olmuştu. Bazıları bunun bir göktaşı ya da yıldırım düştüğü yanılgısına kapılmış, bazıları ise gerçekten de düşmanın kurduğu gizli bir savaş makinesi olduğunu düşünmüştü. Karşı taraftan gelen bir mancınık topuysa eğer, bu kadar büyük ve ateşli bir kütlenin havada ateş olup akması hiç de alışıldık bir şey değildi.
Batı topraklarına sahip Tamul Krallığı ve kuzey sınır komşusu Renot Krallığı arasındaki mücadele, uzun zamandır süregelen bir anlaşmazlığın son ve en çetin halkasıydı. Bu anlaşmazlık, Kızıl Bhetom Dağları'nın maden haklarıyla başlamış, sonra da ticaret yollarının denetimi yüzünden iyice alevlenmişti. Renot Krallığı, kızıl demir zenginliğini kendi tekeline almış, ordusunun zırhlarını ve silahlarını bu güçlü materyalle üretmeye başlamıştı. Kızıl demir, normal demire göre çok daha sağlam ve ısıya dayanıklıydı. Bu yüzden Renot askerleri, kızıl rengin her tonunu taşıyan miğferleri ve göğüs zırhlarıyla tanınıyor, "kızıl maymunlar" lakabıyla anılıyorlardı. Öte yandan, Tamul Krallığı'nın ordusu genellikle topraklarında bolca bulunan bakır ve çelik karışımlı zırhlar kullanıyor, onları karakteristik çimen yeşili boyalarla kaplıyorlardı. Bu nedenle, savaş meydanı parlak kırmızı ve yeşil renklerin görsel bir çarpışması haline gelmişti.
Volric, yanındaki süvarinin omzuna hafifçe dokundu. "Gözünü dört aç, Ridgar," diye fısıldadı. "Düşmana gereken karşılığı vereceğiz. O mancınığın yerini tespit edebilirsen, bize büyük bir avantaj sağlamış olursun." Ardından atını mahmuzlayarak ön tarafa doğru ilerledi. Arkasında, sancaktarların taşıdığı altın işlemeli Tamul sancağı rüzgârda dalgalanıyordu.
Savaş alanı, engebeli bir ovaya yayılmıştı. Sol tarafta yarı kurak bir vadi, sağ tarafta bataklığa benzer batı topraklarının sulak alanları vardı. Tamul ordusu, sayıca biraz daha az görünüyordu; fakat Prens Volric, stratejik hamlelerle kalabalık düşman birliklerini bölmeyi hedefliyordu. Düşman tarafın komutanı Pudolf Manic ise bir tepenin üzerinde atıyla dikilmiş, etrafına emirler yağdırmaya devam ediyordu. Pudolf, orta yaşlı, kızıl sakalları ile tanınan sert bakışlı bir liderdi. Zırhının ön kısmı, grotesk yüz kabartmalarıyla süslenmişti ve korku salma amacı güdüyordu. Sürekli emirler bağırıyor, kılıcını havada savurup yeri geldiğinde ileri, yeri geldiğinde geri çekilme talimatları veriyordu.
"Hatları sıkı tutun!" diye haykırdı Pudolf, tepedeki birliklere doğru. "Orta hatta hücum edecekler, bunlara karşı balistaları öne çıkarın! Mızrakçıları bölün ve süvarilere geçit vermeyin!" Emrini alan kızıl zırhlı askerler, düzenli saflar halinde toplanmaya başladılar. Kalkan duvarı oluşturarak mızraklarını öne doğru uzattılar. Arka sıralarda okçular, sadaklarındaki iri okları kızıl-mor tüylere sahip yaylarına yerleştiriyor ve havayı delip geçen ıslıklarla birlikte Yeşil Zırhlılara ölüm yağdırmaya hazırlanıyordu.
Prens Volric ise birkaç deneyimli komutanıyla hızlı bir toplantı yaptı. Gerekli taktik talimatları fısıldarcasına veriyor, "Süvariler sol kanattan dursun; piyadelerin sağ kanadı kontrol altına almasını istiyorum. Biz düşmanın merkezine vurur gibi yapacağız ama asıl saldırıyı sağdan saracağız," diyordu. Yanında bulunan savaş danışmanı, yaşlı bir şövalye olan Garthan, bu planı onaylarcasına başını salladı. Garthan'ın yüzünde yılların çizgileri, defalarca görülen savaşın acılarını ve tecrübelerini yansıtıyordu.
Volric, kılıcını havaya kaldırıp "İleri!" diye bağırarak atını mahmuzladı. Bu hamle, Tamul ordusunun merkezindeki piyade hattını ileri doğru harekete geçirdi. Kalkanları yeşil boyayla kaplı, bazıları üzerinde de altın renkli motiflerle aile armaları işlenmiş askerler, omuz omuza ilerlemeye koyuldular. Çıkan ses, metalin toprakla ve birbirleriyle çarpıştığı gür bir gümbürtüydü. Hemen arkalarından gelen destek okçuları, düşman sıralarına yayılan ilk salvo atışlarını gerçekleştirdiler. Havanın içinde "vuuu" diye ıslık çalan oklar, kızıl zırhlı mızrakçıları hedef alıyordu.
Pudolf Manic, tepesinde durduğu küçük uçurumumsu yamaçtan durumu izliyor ve kendi okçularının karşılık vermesini emrediyordu: "Saldırın! Yukarıdan yağmur gibi yağdırın! Kimse geçmesin!" Emri alan kızıl okçular, aynı anda kirişlerini gerip, keskin uçlu oklarını fırlattılar. Gökyüzü bir anlığına kararıyor, oklar iki ordu arasında ölümcül bir sağanak oluşturuyordu. Yere saplanan okların bazıları toprağı delip çıktı, bazıları kalkanlara takıldı, bazıları da askerlerin zırhını delip yaralanmalara ya da ölümlere yol açtı. Toprak üzerinde acıyla inleyenler, kanın yeşile boyandığılar, yardıma koşan sıhhiyecilerin bağırışları… Savaşın gürültüsü kulakları sağır edecek kadar büyüktü.
Tamul süvarileri, Volric'in planına sadık kalarak sol kanatta mevzilenmiş, karşı saldırı için fırsat kolluyordu. Renot Krallığı'nın kızıl zırhlı süvarileri ise daha ileride, tepe yamacına yakın bir hizada bekliyordu. Az sayıda balista (ilkel bir mancınık çeşidi) ve birkaç ahşap arabalardan oluşan lojistik ekip de tepenin ardına saklanmış, Pudolf'un emrini bekliyordu. Birkaç kez devasa mızrak boyutundaki oklar, balistalardan ateşlendi ve Tamul'un piyade sıralarına saplanarak korkunç deliklerle askerleri yere serdi.
Tam bu esnada, Prens Volric komutasındaki atlı birlik beklenmedik bir manevra yaptı. Sol kanatta duran süvariler, sert bir kavisle ileri fırladı ve düşmanın sağ kanadına karşı saldırıya geçti. Bu, Pudolf'un merkez hattı korumak için yığdığı kuvvetlerin dengesini bozdu. "Onları durdurun!" diye çılgına dönen Pudolf, savaş alanına doğru birkaç gönder daha yolladı ama çok geçti. Yüksekten inen yeşil zırhlı atlılar, dörtnala koşuyordu. Nal sesleri gök gürültüsünü andırıyor, atlar yanlarındaki zillerin çınlamasıyla birlikte heybetli bir şekilde düşman saflarına yaklaşıyordu. Önlerinde süvarilerin uzun mızrakları, zırhlı hedeflere ulaşmayı kolaylaştırmak için özel olarak tasarlanmıştı.
Korkunç bir çarpışma yaşandı: Süvarilerin mızrakları, Kızıl Bhetom Dağları'nın demiriyle güçlendirilmiş kalkanlara çarpıyor, metal üzerine metalin yankısı kulaklarda patlıyordu. Bazı Renot askerleri, atların devinimine dayanamayıp yere yığılırken, bazı Tamul süvarileri de yakın mesafede kızıl kılıç darbeleriyle boğuşuyordu. Yaralanan atların inlemeleri, toz bulutuna karışarak savaş alanının dramatik atmosferini güçlendiriyordu. Prens Volric, kılıcıyla önüne çıkan iki askeri seri darbelerle alt etti, sonra arkasını kollayan bir mızrakçıya kalkanıyla karşılık vererek yere savurdu. Atı, korkudan kişniyor ama prensin sağlam dizgin kumandası sayesinde yön kaybetmeden ilerliyordu.
Merkez hatta Tamul piyadeleri, dengesini kaybetmeye başlayan kızıl zırhlı mızrakçıları sıkıştırmaya başlamışlardı. Sık kalkan duvarları kurarak düşmanı geri itiyor, aralardan uzattıkları kılıç ve mızraklarla avantaj elde ediyorlardı. Okçular da zaman zaman atışlarını kesip kılıçlarına sarılarak yakın dövüşe girmek zorunda kalıyor, kan ve ter içinde, ölmek ile öldürmek arasındaki ince çizgide kalıyorlardı. Kimi Tamul askeri, kızıl mızraklarla delik deşik oldu; kimileri ise düşman saflarını yararak büyük bir kararlılıkla ilerledi.
Kuzeyden esen rüzgâr, Renot Krallığı'nın moralini sarsacak kadar sıcak ve tozlu bir hava taşıyordu. Pudolf Manic, tepedeki mevzisinden baktığında, ordusunun sağ kanadının süratle geri çekilmeye başladığını fark etti. "Geri çekilin!" diye bağırsalar da sesleri, savaşın gümbürtüsünde pek duyulmuyordu. Tamul ordusu, sıkı bir hat kurmuş halde kuzeye doğru düşman askerlerini itiyor, günden güne süren anlaşmazlıkların son perdesinde bir adım öne geçiyordu.
Pudolf, öfkeyle kılıcını kınından çekip atına atladı ve birliklerinin ön saflarına doğru indi. Hızla yanına yaklaşan bir ulak, "Efendim, sağ kanatta kayıplar çok. Süvarilerimiz tutunamıyor!" diye haber verdi. Pudolf, kaşlarını çatarak "Geri çekilin, geri çekilin!" emrini yineledi. "Balistaları koruyun, ne varsa geride bırakalım. Orduyu dağıtmayın; kuzeye doğru çekiliyoruz!"
Tamul'un zırhı yeşile boyalı askerleri, düşmanı genişçe bir yarım çembere alarak itiyordu. Volric Bravegod, "Bunları kovalamak için aşırı ilerlemeyin," diye kendi komutanlarına uyardı. "Tuzak kurmuş olabilirler." Bir süre daha yakın çarpışmalar devam etti; fakat Renot askerleri, tepenin arkasına ve daha da kuzeye doğru çekilirken düzenlerini kaybetmemeye çalışıyor, geride kalan yaralı veya ölü arkadaşlarını mecburen savaş alanında bırakmak zorunda kalıyordu. Kızıl ve mor tonlardaki zırhlar, çimen yeşiliyle kaplı kalabalık arasında silikleşmeye başladı. Bazı Renot askerleri paniğe kapılmış biçimde dövüşüyor, kimisi bir Tamul kılıcıyla yüz yüze geldiğinde teslim olmayı seçiyor, kimisi ise can havliyle kıyasıya bir mücadeleye giriyordu.
Kılıç sesleri, ok ve mızrakların ıslığı, atların ve yaralıların inlemesi, savaş alanını uğultulu bir koroya dönüştürüyordu. Bir süre sonra Pudolf Manic'in ordusu, tepenin ötesinde yeniden toparlanarak hızla kuzeye, kendi topraklarına doğru geri çekilmeye başladı. Volric'in öncülüğündeki Tamul ordusu, onları bir süre izlemekle yetindi ve toprak sınırlarını aştıklarından emin oluncaya kadar tam bir takip emri vermedi. Savaşı kazanmışlardı fakat savaşın bedeli de korkunçtu: yüzlerce yaralı, kim bilir kaç ölü… Tek bir çarpışmada iki tarafın da kayıpları ağır olmuştu.
Bir süre sonra, savaşın şiddeti dindi. Meydanda kalan Tamul askerleri, yaralıları tespite ve yardım etmeye koyuldu. Etraf cesetlerle doluydu: Yeşil zırhlar, kırmızı zırhlar, üst üste yığılan kalkanlar, kırılmış mızraklar… Toz bulutuyla kaplanan havada hâlâ kan kokusu vardı. Zaman zaman inleyen ve yardım isteyen askerlere sıhhiyeciler yaklaşıyor, eldeki ilkel yöntemlerle yaralara merhem sürüyor, kırıkları atellerle sarmaya çalışıyorlardı. Komutanlardan bazıları, önceliğin ağır yaralılara verilmesini emrediyor; hafif yaralılar ise kendi imkânlarıyla cephe gerisine ilerliyordu.
Sahada, devrilmiş atların nal şakırtıları ve bağırışları, ölen hayvanların da savaşın kurbanı olduğunun acı gerçeğini gösteriyordu. İleride bir noktada, Tamul askerlerinden biri, düşman tarafın zırhını çıkarıp hala nefes alan bir Renot piyadesine su vermeye çalışıyordu. Aralarında nefret tohumları olsa da savaşın ardından gelen bu anlarda, bir nebze de olsa insani duygular filizleniyordu. Fakat her şeye rağmen, iki taraf için de asıl amaç, kendi askerlerini toplamak, yaralılarını kurtarmak ve ölülerini onurlu bir şekilde uğurlamaktı.
Prens Volric Bravegod, atından inip tozlu savaş alanında ağır adımlarla ilerledi. Zırhının üzerinde kan sıçramaları, kılıcında dövüşün izleri vardı. Yorgun ve hüzünlü bir ifadeyle etrafını süzdü: "Hepsi bu kadar mıydı? Umarım bir süre akılları başlarına gelir…" diyerek yavaşça dudak büktü. Onunla birlikte hareket eden üst düzey komutanlar, savaşı kazanmalarına rağmen duruma tam bir zafer sevinciyle yaklaşmıyor, daha çok, başka bir çatışmanın daha gerçekleşmiş olmasının yorgunluğunu taşıyorlardı.
Kısa süreli bir toplanma emri geldiğinde, Tamul ordusunun geri hizmet birimleri de yakındaki tepelerden ve korunaklı bölgelerden alana inmeye başladı. Bu geri hizmet birimlerinde sıhhiyeciler, rahipler, silah tamircileri ve ölüleri taşımakla görevli askerler bulunuyordu. İlk iş olarak yaralı Tamul askerlerini toplamak, tedavi edilebilecekleri noktalara taşımak için tahtadan yapılmış basit sedyeler kullanılıyordu. Bazı birlikler, düşman yaralılarını da bir araya getiriyor; daha sonra esir takası veya anlaşma koşulları belirlendiğinde bunları güvenli şekilde teslim etmeyi umuyordu.
Ölülere gelince… İki taraf da kendi geleneklerine uygun şekilde onurlu bir defin veya yakma töreni yapmayı isterdi. Fakat çoğu zaman, savaşın hemen ardından alan temizlenirken, kimlik tespitine vakit bile kalmazdı. Bu nedenle ölen askerler, savaş bittikten belli bir süre sonra toplanır, uygun tören yapılır ya da en azından toplu olarak gömülürlerdi. Ancak Tamul Krallığı, ateşle arınma ritüeline daha çok önem verdiğinden, özellikle kendi ölülerini yakarak ruhlarını savaştan sonra özgürlüğe kavuşturduklarına inanırdı. Büyük yığınlar halinde odun istifleri kurulur, bedenler düzgün bir düzen içinde taşınır ve ruhsal bir tören eşliğinde yakılırdı.