Gökyüzü, her zamankinden daha solgun ve kasvetliydi. Güneşin ışığı, bulutların ardından sızan bir umut kırıntısı gibi zayıftı. Altın rengiyle parlaması gereken topraklar, gri bir kül tabakasına bürünmüş, yavaş yavaş hayat belirtisini kaybetmişti. Eryndra, sarayın geniş ve soğuk penceresinden dışarı baktı. Gözleri, uzakta kıvrılarak ilerleyen kurumuş nehir yatağını takip etti. Eskiden coşkuyla akan bu nehir, şimdi yalnızca çatlamış toprakla dolu bir hayalete dönüşmüştü. Halkının perişan hâli, penceresinin hemen altında yaşanıyordu. Kadınlar kurumuş kuyuların dibinden bir damla su çekmeye çalışıyor, erkekler ise boş tarlalarda tohum ekip dualar mırıldanıyordu.
Çocukların ağlayışları, rüzgârla birleşip kulaklarına dolarken, Eryndra'nın içinde tarif edilemez bir öfke yükseldi. Yumruklarını sıktı, parmakları avuç içindeki deriyi acıtacak kadar güçle kenetlendi. Aklına, çocukken babasının ona anlattığı o hikâyeler geldi. Tanrılar, insanların sadık kalması durumunda onları bereketle ödüllendirecek, yağmurlar yağdıracak, tarlaları bereketle dolduracaktı. Ancak gerçek bundan çok uzaktı. Yıllardır edilen duaların bir tanesine bile cevap verilmemiş, tanrıların vaadi yalnızca bir masal olarak kalmıştı.
"Tanrılar bizi unuttu," dedi kendi kendine, sesi kararlı ama kırgın bir şekilde titredi. "Ya da belki de biz onlara fazla değer verdik."
Bu düşünceler zihnini sardığında, göğsünde derin bir sıkışma hissetti. Burası, her geçen gün ona daha da dar geliyor, kalın taş duvarlar arasında sıkışıp kalmış gibi hissettiriyordu. Onları kurtarmak için bir şeyler yapmalıydı. Ancak ne yapabileceğini bilmiyordu. Kraliçe olmak yetmiyordu. Gücünün sınırlarını hissediyor, bu sınırların ötesine geçmek için içinde büyüyen bir ateşi körüklüyordu.
O sabah, sarayın ağır, oymalı kapılarından çıkmaya karar verdi. Hizmetkârlar ona şaşkınlıkla baktılar; çünkü bir kraliçenin halkın arasına karışması, kurallara ve geleneklere uygun değildi. Ancak Eryndra'nın gözlerindeki kararlılığı gördüler ve bir şey söylemeye cesaret edemediler. Ayakları çıplak taş zemine değdiğinde, sarayın ağır ve kısıtlayıcı atmosferinden bir nebze olsun uzaklaştığını hissetti.
Köy meydanına vardığında, gözleri perişan bir manzaraya kilitlendi. Yaşlı bir kadın, halkın arasında taşınıyordu. Cansız bedeni, ona dokunan her elin arasında biraz daha kırılacak gibi görünüyordu. Kadının yüzü buruşuk ve sertti; elleri ise taş kadar pürüzlü ve çatlamıştı. Ömrü boyunca emek vermiş, sonunda açlık ve hastalık onu alıp götürmüştü. Meydanda toplanan insanlar, sessizce başlarını eğmiş, kadının ardından dua mırıldanıyordu. Ancak bir kadın, sessizliği bozdu.
"Tanrılar neden bu kadar sessiz?" diye ağladı genç bir kadın. Gözleri yaşlarla doluydu, sesi çaresizlikle çatlıyordu. Onun bu haykırışı, halkın içindeki kederi bir anda dışarı taşırdı. Fısıltılar arasında "Bizi unuttular," ve "Daha ne kadar dayanabiliriz?" gibi kelimeler yankılandı.
Eryndra, halkının gözlerindeki soruyu net bir şekilde görebiliyordu: "Neden bizi kurtarmıyorsun?" O an bir ağırlığın omuzlarına çöktüğünü hissetti. Bu, yalnızca bir krallığın değil, insanların umudunun yüküydü. Ancak içinde, bu yükün altında ezilmek yerine ona meydan okuma isteği doğdu. "Bir şey yapmalıyım," diye düşündü. "Ama ne?"
Gece, saraya geri döndüğünde, huzursuz bir sessizlik içinde düşünceleriyle boğuştu. Yatağında dönerken zihni, halkın umutsuz yüzlerini tekrar tekrar canlandırıyordu. Onları kurtarmak için bir yol bulmalıydı. Ama tanrılar bile sessizdi.
Bu düşüncelerle tapınağın önüne yürüdü. Taştan yapılmış kutsal basamaklarda diz çöktü. Ellerini yukarı kaldırarak gözlerini kapadı. "Bizi duymuyor musunuz?" diye haykırdı. Sesi, taş duvarlarda yankılanarak sarayın her köşesine ulaştı. "Yoksa duymayı mı reddediyorsunuz?"
Cevap yoktu. Yalnızca derin bir sessizlik ve rüzgârın uğultusu... Eryndra'nın içindeki öfke kabarmaya başladı. Ellerini yumruk yaparak ayağa kalktı. Karşısında duran tanrı heykeline baktı. Onların gücünü simgeleyen bu soğuk taş, onun için artık bir umut değil, bir aldatmacaydı.
"Eğer beni görmezden geliyorsanız, ben de size sırtımı döneceğim!" dedi. Ve eline aldığı taşla heykelin üzerine vurdu. Bir darbe... İkinci darbe... Heykel, parçalanarak yere düştü. Yerdeki taş parçalarına bakarken, derin bir nefes aldı. Bu hareket, onun için bir dönüm noktasıydı. Tanrılara sırtını dönmeye karar verdiği an, içinde bir kıvılcım yanmaya başladı. Bu kıvılcım, başlangıçta zayıf bir cesaret gibi görünse de, zamanla yıkıcı bir ateşe dönüşecekti.
Günler sonra, halktan bir kadın saraya geldi. Üzerindeki kıyafetler yırtık, yüzü yorgun ve çatlamıştı. Elinde kurumuş bir buğday sapını taşıyordu. Eryndra'nın karşısına geldiğinde diz çöktü. "Majesteleri," dedi, sesi çatallı ve kırılgan. "Ekinlerimiz yandı. Çocuklarımız aç. Daha fazla dayanamayız. Ne olur, bir şey yapın."
Eryndra, kadının titreyen ellerine baktı. Onun bu hâli, halkının çaresizliğini gözler önüne seriyordu. O an, derin bir karar verdi. Tanrılar onların yardımına gelmeyecekse, halkını kendi elleriyle kurtaracaktı.
"Beni tarlalarınıza götürün," dedi sert ve kararlı bir sesle. Kadın şaşkınlıkla başını kaldırdı, ancak Eryndra'nın bakışlarındaki kararlılığı gördüğünde bir şey söylemeden ona yol gösterdi. Kurumuş, çatlamış tarlalara vardıklarında, Eryndra dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini kuru toprağa koydu ve gözlerini kapadı.
İlk başta bir sessizlik hâkimdi. Sonra, toprağın derinliklerinden bir titreşim hissetti. Ellerinin altından yavaşça bir sıcaklık yükseldi. Bu, daha önce hissetmediği bir duyguydu. Sanki kendi içindeki öfke, toprağın damarlarına akıyordu. Bir damla su, ardından bir pınar fışkırdı.
Tarlada bulunan halkın şaşkın çığlıkları arasında, toprak yeniden hayat buldu. Çatlaklar kapanıyor, nemli toprak yeşermeye başlıyordu. Eryndra, bu gücü ilk kez hissetmişti. Ve bu güç, tanrılardan değil, kendi içindeki iradeden doğmuştu.
O gece, bu olay halk arasında yayıldı. İnsanlar tanrılara dua etmek yerine Eryndra'ya tapmaya başladı. Ancak bu değişim, tanrıların gözünden kaçmamıştı. Eryndra'nın odasında uyuduğu bir gece, bir soğukluk hissetti. Gözlerini açtığında, odasında titreşen bir ışık gördü. Bu, tanrı Ignithos'un işaretiydi.
"Işığın içinde yürümek, seni ateşe dayanıklı yapmaz," dedi Ignithos. Sesi, odayı dolduran bir yankı gibiydi. "Ateşle oynama, yoksa kendini küller içinde bulursun."
Eryndra, gözlerini karanlıkta parlatırken, cesurca doğruldu. "Tanrılar bile korkuyor," dedi alaycı bir gülümsemeyle. "Eğer benim yükselişim sizi endişelendiriyorsa, bu beni daha güçlü yapar."
Ignithos'un figürü kayboldu, ama odada bıraktığı tehdit Eryndra'nın zihnine yerleşmişti. Ancak bu tehdit, onun gözündeki hırsı daha da büyütmüştü. Şimdi, sadece halkının kraliçesi değil, kendi kaderinin yaratıcısıydı. Ancak bu zaferin bedelini henüz bilmiyordu.
Eryndra, Ignithos'un tehdidini ve odada bıraktığı soğuk yankıyı arkasında bırakmaya çalışarak derin bir nefes aldı. Ancak tanrıların ona karşı harekete geçtiğini bilmek, göğsünde bir sıkışma hissetmesine neden oldu. Dışarıdan gelen halkının huzurlu nefes alışverişi, ona geçici bir teselli verdi.
Ama içindeki bir ses susmuyordu. "Gerçekten bu kadar güçlü müsün, Eryndra? Yoksa tanrılar seni yalnızca bir piyon olarak mı görüyor?" Bu soru, zihninde yankılandıkça öfkesini daha da körükledi. Kendini yalnızca halkının koruyucusu olarak değil, onları zincirlerinden kurtaracak kişi olarak görüyordu.
Tam bu düşünceler arasında, odasının penceresinden dışarı baktığında karanlığın içinde bir figürün kıpırdadığını fark etti. Önce bir yanılsama sandı, ama figür yavaşça yaklaştı. Yüzünü gizleyen bir pelerin giymişti ve elleri kan kırmızısı bir parıltıyla ışıldıyordu.
"Kim var orada?" diye bağırdı Eryndra, sesi taş odada yankılandı. Ama figür cevap vermedi. Yalnızca elini kaldırdı ve avcunun içinde bir kıvılcım belirdi. Bu, tanrıların işaretiydi; ama bir o kadar da karanlık bir şeyin.
Figür, sessiz bir fısıltıyla konuştu, ama sesi Eryndra'nın zihninde yankılandı: "Ateşle oynamaya hazır mısın, kraliçe? Çünkü bu oyun seni küle çevirecek."
Eryndra kılıcını kavradı, ama kalbindeki huzursuzluk yerini bir meraka bıraktı. Kimdi bu? Tanrıların bir habercisi mi, yoksa daha büyük bir tehdidin gölgesi mi? Figür, gözden kaybolmadan önce yalnızca bir şey söyledi:
"Kaderine yürüyorsun, ama bu yol sana ait değil."
Bu sözlerle figür karanlığın içinde eriyip gitti. Eryndra'nın içindeki öfke yerini keskin bir tedirginliğe bırakırken, kafasında yalnızca bir soru yankılanıyordu: "Eğer bu yol bana ait değilse, kimin yolu? Ve beni bu yoldan ne bekliyor?"
Kraliçe, sabaha kadar uykusuz kaldı. Figürün sözleri, tanrıların tehdidi ve içindeki güç, zihninde birbiriyle çarpışıyordu. Ama bir şeyden emindi: Bu savaşı kazanmaya kararlıydı. Fakat bunun bedelini ödemeye hazır olup olmadığını bilmiyordu.