Chereads / NEHİR VE KAPLAN / Chapter 2 - Bölüm 2: Geçmişe bakış

Chapter 2 - Bölüm 2: Geçmişe bakış

XX yıl önce;

Güneşli ve güzel bir gündü. Biraz nehirde yüzmek ve belki de birkaç balık yakalamayı düşünecek kadar güzel bir gündü. Bir süre kararsız kaldı, sonra gitmeye karar verdi. Gitmek zorundaydı; hava uzun zamandır bu kadar güzel olmamıştı. Ayrıca bu berbat yerden uzaklaşmayı her şeyden daha çok istiyordu. Gizlice kapıyı araladı ve yavaşça çıktı. Cezalı olduğunu biliyordu ama böyle bir günde daha fazla kapalı kalamazdı.O her zaman kural tanımayan, başına buyruk ve haylaz bir çocuk olmuştu. Sorun çıkarmadığı bir gün bile yoktu. Diğer çocuklarla da hiç anlaşamazdı. Kimse ona tahammül edemiyodu; hatta Baş Rahibe olmasaydı, çoktan buradan kovulmuştu bile.

İçten içe Rahibeye karşı minnet duysa da bunu hiç belli etmezdi. Ketum bir çocuktu, sevgi nedir bilmiyordu. Zayıf olmaktan nefret ediyordu; belki de bu yüzden kimseyle konuşmuyordu. Tapınağa geldiğinden beri bir arkadaşı bile olmamıştı. Ama yine de kendini çok yalnız hissetmezdi; onun kendisinden başka kimseye ihtiyacı yoktu. Kendi başına pekâlâ hayatta kalabilirdi. Zaten Baş Rahibe onu zorla tapınağa getirmeden önce de gayet mutlu bir hayat sürüyordu.

Tapınağa geleli birkaç yıl bile olmamıştı. Eğer yanlış hatırlamıyorsa yine böyle sıcak bir yaz günüydü. Evet, böyle bir gündü. Yine nehirde balık avlamaya çalışıyordu. İşte o zaman ilk kez Baş Rahibe ile karşılaştı. Zavallı kadıncağız onu gördüğü anda çığlık atmıştı. Sonra bir an bile düşünmeden nehre atlamış ve kolundan tuttuğu gibi kıyıya sürüklemişti. Bunca zaman sonra bile neden öyle bir tepki verdiğini anlayamamıştı. Gerçi o zamanlar, bir çocuğun böyle bir sefalet içinde yaşamasının zalimce olduğu hakkında bir şeyler söylenmişti. Hatta her gün adaklar adadığı tanrısının nasıl böylesine bir zavallıya yardım etmediğini sorgulamıştı. Yine de inancı ağır basmış ve çocuğun kendisine gönderilen bir işaret olduğuna kanaat getirmişti. Bu yüzden ne pahasına olursa olsun o gün nehirde bulduğu pasaklı zavallı çocuğunu koruyordu.

Kafasında bu düşünceler dönüp dururken suyun sesiyle kendine geldi. Sese doğru koşmaya başladı kısa sürede nehrin yanına gelmişti. Üstündekileri çıkarmaya bile tenezzül etmeden suya atladı. İşte şimdi özgür hissediyordu. Bir süre nehirde yüzdü, yorulunca da her zaman yaptığı gibi sırt üstü uzandı ve kendini nehrin akıntısına bıraktı. Nehir güçlü bir akıntıya sahip değildi, bu şekilde birkaç saat uyusa bile çok uzaklaşmış olmayacaktı. Bunu bilmenin rahatlığıyla bir süre daha suyun bedenini sürüklemesine izin verdi. Kulakları suyun içindeydi, tek duyduğu şey derin bir uğultuydu. Gökyüzünden başka bir şey görmüyordu. Bir nevi her şeyden soyutlanmış gibi hissetti. Sonsuz maviliğin her parçasını hafızasına kazımak istiyormuşçasına uzun uzun gökyüzüne baktı.

İşte en çok da böyle zamanlarda eski yaşantısını özlüyordu. Kimseye hesap vermesi gerekmeden özgürce yaşadığı zamanları... Bazen eğer o gün kaçsaydı nasıl bir hayatı olurdu diye düşünüyordu. Gerçekten de mutlu mu olurdu? Yoksa şimdiye kadar çoktan bir köşede ölmüş ve cesedi böcekler ve kurtçuklar için yemeğe mi dönüşmüş olurdu? İkinci seçenek daha olası görünüyordu. Evet, önceden özgürdü ama yine de pek çok açıdan rezil bir hayat sürüyordu. Her gün açlıktan ölme riski altındaydı. Dahası, açlıktan ölmese bile bir yırtıcı hayvan tarafından öldürülme ihtimaliyle tetikte geziyordu. Kaç kere kaplanlardan kıl payıyla kurtulduğunu kendisi bile artık hatırlamıyordu.

Şimdi her ne kadar tapınaktaki hayatından nefret ettiğini söylese de güvendeydi ve aç karnına uyuduğu bir gün olmuyordu. İşte bu nedenler onun bunca azarlanmaya ve cezaya rağmen tapınaktan kaçmaması için yeterliydi.

Hem zaten Baş Rahibe gittikçe yaşlanıyordu, kabul etmek istemese de birkaç yıldan uzun ömrü kalmamıştı, bunu herkesten çok o biliyordu. Baş Rahibenin kokusu son zamanlarda ağırlaşıyordu. Bu koku yaralı hayvanlarda oluyordu, ya da daha kötüsü ölü hayvanlarda. Daha önce ölü bir insan koklamadığı için emin değildi, ama yine de mezarlıklardaki koku onun için yeterince ipucu barındırıyordu. Rahibe öldükten sonra tapınakta kalmaya devam edemezdi. Hem zaten artık büyümüştü, tapınaktaki çocukların çoğundan uzundu. Yaşını bilmese bile 13-14 yaşlarında olduğunu tahmin ediyordu. İşe yaramayan kimsesiz birinin tapınakta kalmasına izin verilemezdi. Hem zaten başka türlüsü de olamazdı, kimseye yük olmak istemiyordu.

Duyduğu yüksek ses, içsel çatışmasını kesintiye uğrattı ve gerçek dünyaya geri dönmesini sağladı. Korkuya çevresine bakındı. Kıyıda bir kaplan ağacın altında dönüp duruyor, sık sık kükrüyordu. Ağaçtaki şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştı: bir kedi mi? Belki de bir maymun? Ne olduğunu söylemek imkansızdı. Kaplanın dikkatini çekmeyi istemediği için sakin hareketlerle kıyıya doğru yüzdü. Kıyıya yaklaştıkça sesler netleşiyordu, kükremeler arasında başka bir şey duymaya başladı. Ses başlarda daha çok bir kedinin miyavlaması gibiydi, ama netleştikçe bir çocuk ağlaması olduğunu anlaşılıyordu. Sesin bir çocuğa ait olduğunu anladığında vücudunu bir panik dalgası ele geçirdi. Ne yapması gerektiğine karar veremedi. Gidip yardım edecek birilerini mi bulmalıydı, ama ya o sırada kaplan ağaca çıkıp zavallı çocuğu tek lokmada yerse o zaman ne olacaktı? En yakın ev bile buradan 15 dakika uzaklıktaydı. Koşarak gitse bile 7 dakikadan kısa sürmezdi. Ağacın altında dönüp duran kaplan sıkılmış, şimdi de ağacın gölgesinde pençeleriyle derin yarıklar açıyordu. Daha fazla vakit kaybedemezdi, bir an önce bir plan yapmalıydı. Çevresinde işine yarayacak bir şeyler var mı diye bakındı, göze çarpan bir şey bulamadı. En temel yoldan gitmekten başka şansı yoktu. Yine de kendine güveniyordu, kaplanlardan kaçma konusunda gerçekten de şanslıydı. Yerden birkaç taş topladı ve kaplana doğru koşmaya başladı. Ağacın altına geldiğinde kaplanın dikkatini çoktan çekmişti. Ağaçtaki çocuğu dalların arasından zorla görebiliyordu, yine de ağır bir yarası olmadığından emindi. Çocuğa doğru seslendi, "Korkma, güvendesin. Abin senin için geldi. Şimdi kaplanı buradan uzaklaştıracağım, ama sakın ağaçtan inme, geri gelip seni alacağım."

Taşı kullanmasına bile gerek kalmadı, kaplan bunca gürültüye çoktan onun peşine düşmüştü. Son kelimelerini koşarken söylemesi gerekti. Şimdi kaplan arkada, o önde, tabana kuvvet koşuyordu. Elbette bir kaplandan daha hızlı olamazdı, ama yine de onun önemli bir kozu vardı: Ağaçlar. Ağaçlara tırmanmak onun için her zaman çok kolay olmuştu, üstelik uzun mesafelerde hiç zorlanmadan atlayabiliyordu. Bu sayede bir ağaçtan diğerine hızlı hızlı ilerleyerek, kaplanın kafasını karıştırıyordu. Yine de çocuktan yeterince uzaklaştıklarından emin olana kadar kaplanın onu kaybetmesine izin vermedi. Daha sonra ani bir hareketle ağacın en üstüne tırmandı ve gözden kayboldu.

Birkaç dakika sonra tekrar çocuğun yanındaydı. Ağaçtaki çocuk gerçekten de onu bekliyordu. Artık tam olarak ağlamıyor olsa bile ara ara iç çekiyordu. Onun geri geldiğini fark ettiğinde titreyen sesiyle konuşmaya başladı, "İşte geri geldin! Biliyordum sen en iyisisin! Canavar artık yok değil mi? Şimdi inebilir miyim? Eve gitmek istiyorum." Çocuğun telaşı karşısında gülmeden edemedi, ama yine de sesindeki neşeyi saklamaya çalıştı, "Evet, abin seni koruyacağını söyledi. Bu yüzden artık korkmana gerek yok. Canavar gitti, artık inebilirsin ve merak etme, seni evine götüreceğim. Bu yüzden daha fazla ağlama."