Hazineyi Toros dağlarına bıraktıktan sonra dönüş yoluna çıktık,Efsane ve diğer gruplar mağarada kalmaya devam edecekti.Biz,doğu Anadolu Ermenileri ile birlikte yolculuğa başladık.Köye dönünce evlenmek istiyordum.Saten ile daha fazla ayrı kalamayacağımı anladım.Bir yuva kurmak bana zor ve de ürpertici geliyor,bu topraklarda kendimi güvende hissedemiyorum,Temmuz ayından itibaren zorunlu yolculuğa çıkarılacağımız söyleniyor,şansımız varsa tren yolcusu olabiliriz,yaya olarak Suriye'yi geçmek bu mevsimde yaşlıların ölüme terk edilmesi demek,bununla birlikte evimizden ayrılmamanın yolu ise İslamı kabul etmekten geçiyor,ortaçağ İspanyasında Yahudiler ve Müslümanlar Afrikaya sürgüne gönderilmişti,sürgünden kurtulmanın tek yolu Hristiyan olmaktı.Yeni bir hayata yeni bir ülkede başlamak belki de ikimiz için de en iyisi olacaktır.Osmanlının devletinde barınamayacağımız gün geçtikçe daha açık ortaya çıkmaya başladı.Günler ve geceler boyu korku ile devam eden yolculuğumuz için son günlerin geldiğini hissediyorum.Fırat'ın kokusunu alıyorum.Köyümü özledim,incir ve fıstık ağaçlarını serin gölgesinde oturup kahvemi yudumladığım köy kahvesinin önündeki ulu çınarı da özledim,kimi geceler Abdullah'ı düşünüyorum,onunla olmayı da özledim.
Onunla birlikte olmak isteğim her ne kadar artsa da Saten ile evlenmek beni heyecanlandırıyor.
Cibin-1914
Saten-
Hep "Andre"isminde bir oğlumun olmasını istemiştim,Tanrı bu dileğimi gerçekleştirdi,bu duyguyu ilk kez yaşıyorum,ne Alpinaryan'a karşı hissettiğim duyguya ne anne baba sevgisine benziyor,evlat sevgisi,onu ilk kez kucağıma aldığımda o kadar masum ve savunmasız gözlerle bakıyordu ki!
Günlerim düşünmekle geçiyor ilk kez mutluluğa çok yakın aynı zamanda çok uzak olduğumu hissediyorum.Yola çıkmadan önce hazırlanmamız için bir ay süremiz var ,doğu Anadolu kafileleri çoktan yola çıktı,devlet yanımıza silahlı erler de verecek,yolculuk boyunca can güvenliğimizi iki yada üç tane zavallı er sağlayacak,Lübnana kadar yürümekten korkmuyorum,ama oğlumu kaybetmekten korkuyorum,Alpinaryan onu Abdullah ile Meryem'e bırakmaktan söz ediyor,onların kızları Meryem ile büyür zamanı gelince de evlenirmiş!Erkeklerin ne kadar hissiz yaratıklar olduğunu annemden sık sık duyardım ama bu ana kadar nakarat gibi gençliğim boyunca duyduğum bu sözün anlamını şimdi daha iyi anlıyorum.Andre'yi başka bir kadına bırakmak istemiyorum ama onun yaşamasını istiyorum,İslamı seçersek köyde kalabileceğiz,dün gece kabus gördüm,İslam olduğum için yüce İsa elinde koca çarmıhı kafama vururken,kafirlerin yeri cehennemdir!dedi.Tanrı beni affetsin bunu düşünmem bile ruhumu sıkıyor,her ne kadar arınmışlar gibi İslamlar da yüce İsa'nın ruhani bir varlık olmadığına inansa da küçük kız çocukları ile evlenen Muhammed elinde kılıcı uzamış sakalı ile korku dolu geceler yaşamama sebep oluyor.Bu yolculuk ,bu ayrılık belki de beş yada on yıl sonra bitecek,halklar arasındaki bu gerginlik son bulur savaş ş sona ererse geri dönüp oğlumu alabilirim,Meryem onun süt annesi,onu İslam olarak büyütselerde en azından güvende olduğuna inanacağım. Bu evde evliliğimin ilk günlerini yaşadım,hayatımın en güzel günlerini,değişken bir evdi,bizimkisi,kimi zaman bir killise kadar güvenliydi,bazen de sarsılıp çatırtı ile ortadan ikiye ayrılacak gibi oluyordu.Eğimli bir taş çatı tutuyordu evi.Evin pencereleri beyaz pancurlarla kapatılmıştı.Evi kuşatansa deriydi,bir askerin yanlızca elleri ile parçalayabileceği bir duvar.Eskimiş pembe brokar kumaş kaplı düğmeli küçük bir koltuk köşede hep Alpinaryan'ın oturmasını beklerdi.Yazı masasının çevresinde yer alan iki porselen kase ,tombul ejderhalar.Süslü çerçevesi kırık bir ayna yer yer solmuş ince uzun halı.
Bu sabah evdeki eşyaları birer birer kapı önüne yığmaya başladı Alpinaryan.Baiona ziyaretlerine gelmişti,Saten'e ne yapacağını sormadan önce ne kadar beklemesi gerektiğini merak ediyordu.Tedbirli ve basiretli olacağına dair söz vermişti kendine.
Yazı masası evin arka bölümünde koridorun ortasında yüzü duvara çevrili ve dayalı duruyordu.Alpinaryan burada oturur eski kuşatma günlerindeki mağara arkadaşlarına yazardı.Kuş tüyünden kalemi,mavi boyası ve deri kaplı kurutma kağıdı hep aynı yerde dururdu.Saten yuvarlak sırtlı sandalyede oturur örgü örerdi.
Bir yukarı bir aşağı arşınladı koridoru.Koridorun uzun sessizliğini ölçen ayak sesleri hoşuna gidiyordu.Her iki ucunda duraksamayı ve ilerlemeyi simgeleyen iki kapısı olmasının hoşuna gitmesi gibi,koridorun kendisi bir oda değildi ama odaları birleştiriyordu.
Oval merdivenin kıvrımını döndüğünüzde gri kaplama ile yarı yarıya gizlenmiş kapıları olan bir salona çıkarsınız.En uzaktaki kapıyı açtığınızda yatak odasına çıkarsınız.Saten ,Lübnan'da kuracağı yeni hayatında bu evi unutmayacaktı,hangi kapının nereye açılacağını hatırlayacaktı.Yıllar sonra bu eve döndüğünde şaşıran bir yabancı olarak gelmeyecekti.Saten bu eve doğumunda elde ettiği bir hak ve tüm çocukluğu boyunca içinde yaşamış bir yer olarak dönecekti.Bu düşüncelerle evin içinde gezinirken kendini mutfağın ortasında buldu.Ocağın yanındaki duvarda bıçakların durduğu bir raf asılıydı.Jilet inceliğinde bıçakları olan kalın siyah sapların simetrisi.Saten ,Alpinaryanın "kötü"sözcüğünün "keskin" demek olduğunu açıkladığı günü hatırladı.Mağaranın soluk ışığında ateşin başında sarıldıkları ve ilk kez birlikte oldukları andı o an .
Bıçakların arasında boş bir yer vardı.Saten şaşkınlıkla ellerine baktı.Körlenmiş sebze bıçağının ucunu baş parmağına batırıyor olduğunu farketti.Onu kaldırdı,bıçakla havayı ikiye böldü.İntihar?
Andre'yi bırakmaktansa ölmek daha iyi bir çözüm olabilirmiydi?Başının döndüğünü hissetti.Sanki B aiona ile birlikte yeniden çocuk olmuşlardı düşmeden en uzun süre kim dönecek diye kolları iki yana açık bir noktada kendi etraflarında dönme oyununu oynuyorlarmış gibi.
Baiona on yıldır giydiği kahverengi elbisesi ile gelmişti,göze batmak tanınmak istemiyordu.Elbisesinin oturunca yukarı kayan eteğinden dizleri ortaya çıkıyordu.Yarım yamalak bir örtünmüşlük duygusuydu bu,çok fazla görünüyormuşluk duygusu ile karışık.Yolun diğer ucunda köyün kilisesi bulunuyordu,onun da arkasında mezarlık ve değirmen.Usulca çalan kilise çanlarını kimbilir kaç kere duymuşlardı.
Baiona sakin olduğunu söylüyordu,doğru yolda olduğunu,Lübnan yolculuğuna hazır olduğunu ,ayaklarının yoldaki her girintiyi çıkıntıyı tanıdığını anlatıyordu Saten'e.Çimeni ıslak toprağı ve gübre kokusunu içine çekti.Rüzgar salladıkça tüyler gibi salınan uzun kavak ağaçları ile vedalaştılar.Satenin üzerinde durduğu ıslak çimlerden bacaklarına doğru bir serinlik yükseldi.Soğuk burun deliklerini boynunu ve bileklerini titretti birden,ellerini hırkasının kollarının içine sokuşturdu.Titreyerek çevresine bakındı Baiona.Belli belirsiz memleketin,kokusunu içine çekti,arabalara yüklenen buğday yulaf arpa yüklü çuvallar çoğalmıştı.Soluk ve parlak renkteki saman sapları Alpinaryanın usta elleri sayesinde bu şekilde dizilmişti.
Saten'i düşündü birden,düzgün bir cilt ,güzel bacaklar,bunlar neden bu kadar önemliydi ki ?
Erkekler için her zaman önemli olmuştu ,düzgün giysiler,düzgün konuşma,insanları cezbedebilme, onlara hoş görünme tarzı.Bunlar kendisinde yoktu,hani şu insanın içinde ta derinlerde olan şey,yani bende olmayan ,ne olduğunu da bilmediğim.Dişilik miydi?Öbürleri gibi gerçek kadın olamamak mı ?
Saten ,kardeşinin gözlerinin üzerinde gezindiğini hissetti,saatin vuruşları evin en gürültülü kalp atışlarıydı,yavaştı,metal kolların düşüşü gibi,Saten'in çocukluğundaki zamanı gösteriyordu sanki ,son kalp atışlarını hissediyorlardı,misafir olarak geçirdikleri son saatlerdi.Yatak kapının karşısındaki uzak köşede duruyordu;şilte,baş ve ayak uçları yükseltilmiş ,kıvrımlı maun bir çerçeveye yerleştirilmişti.
Yanıbaşındaki komodinde beyaz güllü camdan yapılmış gaz ocağı duruyordu.Saten kuştüyü derinliklere bıraktı kendini.Şilte kırmızı ipekle kaplanmış yorgan kadar yumuşak yastık ise büyük ve kareydi.Saten mutfak başında yüzü odasına dönük olarak duruyordu,canı yemek istiyordu yolculuktan önce ,kahvaltı?belirsiz geleceğe duvar çekmek için sakinleştirici olabilirdi.Taze ekmek istiyordu,kıtır kıtır kabuğunun altında tuzlu ,üzerine bir parça tereyeğ ve beyaz bademli kayısı reçeli sürülmüş.Bir fincan Türk kahvesi istiyordu, en çok da günün en güzel sigarasını istiyordu:İlk sigarasını.
Kaçmak isteyen bir korkaktı ,söylemeye korktuğu kelimeler bu odada kapalı kalmıştı,onları kaybedeceğini düşündü,mezarlıktaki ölüler geri çıkmıştı ,aynı anda ağızlar açılmış ve Saten'in duymamaya çalıştığı kimsenin söylemediğine hiçbir zaman da söyleyemeyeceğine inanmaya çalıştığı sözcükleri bağırmıştı.Ölüm sözcükleri söylendi yüksek sesle ,köyde olup biten savaşın mezarından dışarı çıkıp onların hepsini yakalamaya onlar üzerinde hak iddia etmeye gelen ölmemiş ve gömülmemiş şeyler karşısında metin olmalıydı.
Öldürülen Ermeniler son gecelerini köylü ile birlikte köh kahvesinde geçirmişti,dualar edilmişti,kendi isimlerini ve onları ele veren İslamların isimlerini söylemişlerdi.Saten bu odadaki her şeyi yazarak kayıt altına almıştı,bir gün geri geleceğine bu eve sahip olacağına inanıyordu.
Kimi zaman Tanrı tarafından cezalandırıldığını düşünüyordu,kocasını İslam bir erkekle ahırda o vaziyette yakaladığı gün lanetlenmişti,Alp ve Abdullah yaşadıklarını Meryem'e anlatmaması için yalvarmıştı,artık bir koşul öne sürebilirdi,Abdullah,Andre'ye babalık yaparsa bu sır de kendisi ile birlikte mezara gidecekti.Kocasının neden erkeklik vazifesini yeteri kadar yapmadığını şimdi anlamıştı,çocukluktan itibaren yaptıkları bu "oyun"her ikisi de evlenince bir süre unutulmuştu,ancak aalpinaryan'ın bitmek bilmeyen "kadınlık"arzusu galip gelmişti,eski günlerde olduğu gibi yine birlikte olmaya başlamışlardı,Saten artık aylarca kocasının kendisine neden dokunmadığını anlamıştı,çamaşırlarını yıkarken kocasının iç çamaşırında neden kan olduğunu,birlikte oldukları anda ikinci bir erkeğin de katılması yönündeki teklifleri Alpinaryan'ın neden yaptığını anlamıştı.Bu ilişkiyi saklamış uzun süreden beri bir erkeğin dokunuşuna hasret kaldığı için "üçlü"ilişkiyi kabul etmişti.Abdullah sıra ile hem kocasına hem de kendisine sahip olmuştu,fakat mutluluk kısa sürdü,Meryem aldatıldığını hissetti,kadınların sezgileri kuvvetlidir,Andre'yi kullanarak intikam alacağını düşünemedi Saten,ama unutmaması gereken bir yaşam kuralı vardı,her günahın bedeli vardır.
Beyrut-LÜBNAN,1915
-Alpinaryan Kırkıryan-
DAR SOKAKLARI kerpiç evleri olan bir sokakta çarşaflı kadınların bir köşede dedikodu yaptığı bir topluluk içindeydi ,parası yoktu.dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filan hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte,şarkılar söyleyip başkaları adına sevap işleyemezdi,konuşamadığı için, bu bakımdan da başarı kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avucunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran-ve makbuz mukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gönülsüz dilencinin avucunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avucunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu. Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da bilmeyerek hiç oynatmamıştı gözlerini. Bu yüzden ilk müşterisi onu kör sanmıştı. Avucuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu: Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca. Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı karşısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı, öteki bütün paralan kapadı. Kucağındaki kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi, duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürüdü. Kara cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse düşecekti. "Beni şadırvana kadar götürüver," diye söylendi ihtiyar, aksi bir seste. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda itilince, "Oraya değil," diye tepindi ve dışarı çıktı; istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.
İhtiyar, kulübesinin açık yanını hırsla örttü; başka bir duvarından küçük bir pencere açtı. Oradan öfkeyle baktı avluya. Gölgede bıraktı ihtiyarı; gitti duvara yaslandı ve paralarını seyretti. "Sağlam adamsın; utanmıyor musun dilenmeye?" Şişman bir adam duruyordu yanıbaşında: "Bir iş verilse çalışmazsın." Şişmanın yerde duran bavuluna baktı, iki eliyle tutup kaldırmaya çalıştı yükü; başaramadı. Sonra bir hamal gördü uzakta, becerikli. Onun gibi yaptı: Çömelerek sırtını bavula dayadı, sapı kavradı; olmadı. Şişman adamın da yardımıyla yüklendi sonunda. Yolda, "İki buçuk liradan fazla vermem," dedi ince sesiyle şişman. Yan yana yürüdüler. Rıhtıma yaklaşınca sırtındaki yükle birlikte yere çöktü. Bavul sahibi durdu ve bir süre kararsız kaldı; sonra uzattı parayı. Galiba ona biraz acınmıştı. Vapura da girebilirdi ayrı bir ücretle; fakat, hamallar örgütünün duvarım yaramadı. Sonra, vapur iskelesinin duvarında dilendi biraz. Yeniden yük taşıma ihtimali belirince kenara itildi. Biraz hırpalanmıştı, hafifçe sallanıyordu olduğu yerde. Onu, günün bu saatinde sarhoş olmakla suçlayanlar çıktı; gene de oldukça iyi iş yaptı. Sonra gene bavul, sandık filan (rıhtıma kadar). Onu sağlam sayanlarla sakat sananlar arasında gitti geldi. Belki daha çalışacaktı. Fakat, iyi giyimli bir bay, ona para vermek için tam elini cebine soktuğu sırada, yanlarından geçen bir kadının kucağındaki çocuk bu kılıksız adama bakarak ağlamaya başlayınca parayı beklemeden yürüdü; hemen karşı kaldırıma geçti.
Cami avlusuna gelince bir kemerin altına girdi, loş ve serin duvarın dibinde parasını saydı; sonra karşı duvardaki simitçiye bütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü, kalabalık bir sokağa çıktı; insanların arasına karıştı yeniden. Yorgun ve terli iki hamalın ortasında duran oymalı, yaldızlı büyük bir boy aynasında kendini seyretti: Ceketi yoktu, gömleği parça parçaydı. İstemeyerek iki serserinin kavgasına karıştığı, onlara aracılık ettiği bir sırada yırtılmış olan gömleğinin parçalarını üst üste getirdi aynaya bakarak; pantolonunu tutan ipi çözdü, daha sıkı bir düğüm attı. Sonra aynayı götürdüler; yırtık pantolonunu ve çorapsız ayaklarına geçirmiş olduğu lastikleri seyredemedi. Yavaş yavaş yürüdü; dar ve kalabalık sokaklardan, dar ve kalabalık sokaklara geçti. Yürüyen insanların gürültüsüne sokak satıcılarının sesleri katıldı. Sonra satıcılar, belirli ve sabit yerler almaya başladılar kaldırımlarda: Önce kısa ayaklı tezgâhlar göründü; tezgâhlar yükseldi, sırıklar ve tentelerle donandı. Güneş kayboldu; sıcak azaldı ve sokakların üzerinde yürüyecek yer kalmadı. Nereye asıldıkları belli olmayan elbiselerin ve kumaşların arasına sıkıştı; durmak zorunda kaldı. Rüzgârın ya da gelip geçenlerin salladığı beyaz bir manto süründü yüzüne. Uzun ve aydınlık bir manto. Kloş etekli, kocaman düğmeli bir hayalet; geniş yakalı, serin. Hafif bir rüzgâr çıktı; iriyarı, esmer ve görünüşü taşralı satıcının elbiselerini belli belirsiz dalgalandırdı. Yalnız beyaz palto kımıldamadı; ağır bir kumaştan yapılmış olmalıydı. Onu seyreden satıcı, sessizliği bozdu sonunda: "Ne o? Satın mı alacaksın?" Karşılık vermedi. Gülümseyerek yere tükürdü satıcı; yüzünde yarı kurnaz, yarı ilgisiz bir ifade vardı.
akıcı bir güneş vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını ıslatıyordu. Büyük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yaran dokundu; işsiz güçsüz takımından, onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi uygun buldular. Birkaç tarak satıldı bu arada. Hareketsiz, ifadesiz, öylece durduğu için önce yanma yaklaşamadılar. En çok konuşulan yabancı dildenbildikleri birkaç kelimeyi onun üstünde deneyenler çıktı. "Bu adam turist değil," dedi birisi. "Kendini yutturmaya çalışıyor." Bir başkası da yabancı dilden bir küfürle yokladı onu. Karşılık alınamadı. Cebinden Amerikan sigaraları görünen bir tombalacı, "Yok yahu, bu herif ingiliz,belki de ajandır " dedi. Sonra ona dokundular, çekiştirdiler; canlı olduğu anlaşıldı. Yürüdü, oradan uzaklaştı. Köprü uzundu; başka satıcıların yanında da dikildi bir süre. Hatta bir tanesi, filtreli sigaralar satan kasketli bir genç, kendi yerine bıraktı onu, çişe giderken. O kısa süre içinde beş paket sigara, üç kibrit satıldı. Satıcı dönünce de birer filtreli sigara yaktılar kendi tezgâhlarından; parmaklıklara dayanıp, balık tutanları seyrettiler konuşmadan üst iki düğmesini çözdü, gene de serinleyemedi. Alnına biriken sildi. Köprünün ucuna çevirdi gözlerini; karanlık sokaklar vardı orada ;eliyle belirsiz bir hareket yaptı satıcıya ve ayrıldı oradan.
dar bir sokakta bir vitrinin önünde durdu. Kendini seyretti. Kumaşların, elbiselerin ve satıcıların dükkânlardan taştığı bir sokaktaydı. Müşterilerin yolu kesiliyordu. Bir süre sonra, vitrinin gerisinden gözetlendiğini sezdi. Şişman dükkân sahibi, düşünceli küçük gözleriyle onu süzüyordu. Sonra, geniş bir gülümseme kapladı yuvarlak yüzü; gözler kısıldı, kayboldu. "Baksana sen buraya," diye seslendi, şişman gövdesiyle kapıyı tutarak. "Nereden buldun onu" Baktı; karşılık vermedi. Başka birisi yaklaştı o sırada yanına, kolundan tuttu. "Hey mister!" dedi. Anlamadığı dilden bir şeyler anlattı. Olmadı. Sözlerini elleriyle destekledi; ayrıca, kollarıyla da açıklamaya çalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerde duran bavulunu açtı, saydam kâğıtlara sanlı gömlekler çıkardı içinden eline tutuşturdu. Parmağını mantonun büyük düğmelerinden birine dayadı, "Sen turist," dedi.
Onu vitrinin önünde öylece bıraktı, sokağın köşesine gitti. Şişman adam, dükkânının kapısında sonucu bekliyordu. Biraz sonra , göğsünün kıllan gömleğinin çiçekleri arasından kara bir çalı gibi fışkıran bir genç durdu önünde; gömleklere baktı: "How much?" dedi. Genç adamın yüzüne bakıldı sadece. Sokağın köşesindeki asıl satıcı hırsla ayağını yere vurdu. "Herif esrarkeş," diye homurdandı. Kıllı genç müşteriyi kaçırmamak için yanma yaklaşarak, "Sağırdır," dedi kırmızı pantolonlu genç. Asıl satıcı, mantolu adamın yüzüne öfkeyle baktı; kararsız durdu bir süre, sonra kulağım onun ağzına dayadı.
"Ben dilinden anlarım."
"İçeri gelsene biraz." Durdu, düşündü: "Öyle ya, anlamaz." Bavullu Satıcının yolunu denedi: "Sen gelmek dükkân burda," dedi ve daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhtarla birlikte bir süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini düşündüler. "Herif de manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!" Bir süre daha çevresinde dönüldü. "Manken," dedi şişman dükkâncı gene, başka söz bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler "Manken, manken," diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de "Canlı manken!" diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin çıkıntısına doğru adımını attıracaktan sırada, "Ayakları çok kirli, pantolonu da öyle," diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının üstüne ve pantolonunun alt tarafına biraz beyaz bez sarıldı. örtemediği kısımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından tutup vitrine çıkardılar. "Böyle put gibi durmasın," dedi tezgâhtar. "Güzel bir poz verelim ona." Gene düşündüler. "Kollarını açalım," dedi patron. "Vitrini doldursun." "Yorulur, kollarını oynatıp durur." Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kollan. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tutturdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yerleştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi. Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. "Cansız bu, kukla," diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: "Canlı manken mağazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün, işte, büyük fedakârlıklarla getirtmiş bulunduğumuz Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. işte, koca palto dahi onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklamı yapmaktadır. 'Saran Kumaşları' yalnız mağazamızda.
O gün öğle tatiline kadar iyi iş yapıldı. Tezgâhta yemek için oturup sefertaslarını açtıkları zaman, "Ona da bir şeyler vermeli," dedi patron. "Yığılır kalır sonra." Vitrine gitti, onu çözdü, serbest bıraktı. Altına bir tabure çektiler tezgâhın önünde. Sefertasının kapağına biraz humus koydular; iki küçük parça ekmeği çatal gibi kullanarak yemeğini yedi. Dükkânın arkasındaki lavabodan, musluğa elini uzatarak biraz su içti. Yere oturdu;sırtını tezgâha dayadı; ona bir sigara verdiler. Biraz saygı uyandırmış olmalı ki, patron yaktı sigarasını. Sonra omzuna vurdu ve tezgâhtara döndü, "İşimize yaradı, değil mi?" diyerek güldü. "Yoruldun mu?" dedi tezgâhtar, patrona bakarak. Karşılık vermediği için onunla konuşmak zor oluyordu. Sigarasını bitirdi, bir süre daha oturdu. Sonra yavaşça doğrularak kalktı, kapıya yöneldi. "Nereye gidiyorsun?" diye bağırdı patron. "Fena mı, para kazanıyorsun işte." Durmadı. Arkasından koştular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonun üstünde unuttuğu iğnelerle ve kollarından sarkan iplerle, beyaz bezler sanlı ayakkabılarını sürükleyerek yürüdü gitti. Omzunda kalan küçük bir kumaş parçası da sokağın köşesini dönerken yere düştü.
Dik bir yokuşun başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına biriken terleri sildi. Çevresine baktı: kalktı, bir iki adım attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezler çözülmeye başlamıştı. Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı yürürken, üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı. adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu. Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçları yağdan birbirine yapışmış bir baş çıkmaya başladı kaldırımın içinden,baktı: Birkaç basamakla inilen bir boşluk gördü yerin altında. Gözlüklü kafa büyüdü, yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu renkli bir kemere uzattı elini dilenci,düğmelerini çözdü; fakat, kemeri geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi. Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikte. Kemerci, çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli iç kısmına bu iğnelerle tutturuldu. "Üstüne takarsın kemeri artık," dedi gülerek, cebinden çıkardığı kâğıt paralardan birini uzattı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi. Paranın üstü, bir şişe ucuz şarapla çıktı birkaç yudum içtikten sonra adama uzattı şişeyi. Onun almadığını görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanı ağzını kesmesin diye kenarları düzeltilmiş boş bir teneke kutusuyla döndü. Teneke, şarapla dolduruldu adam için. Deliğe inen merdivenin duvarına oturdular, ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler., biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda.
Alpinaryan'ın Beyruttaki ilk günüydü.,ayaklarındaki yaralar Halfeti-Beyrut yolunu katetmesinin bedeliydi.Yorgun adımlarla sehir dışına doğru yürümeye başladı,hemşerileri kilisedeydi.
Yol boyunca Abdullahı düşündü;hayatındaki en büyük acıya sebep olan Abdullah.
-SON-