"Her günahınbedelivardır"
-ÖNSÖZ-
Buradaanlatılanlarınya da kendiniyavaşyavaşyazdırmışbuuzunhikâyedeyaşananlarbilmiyorumsizlerin ne kadarilgisiniçeker;
Bir işyerine yeni atananmemurasorulan ilk soruyubilirsiniz ,yörükmüsün,çerkez mi?
Tatar mısın ?Laz mısın?Kürtmüsünyoksa?Arap?HıcErmenimisindiyesoranolmaz ,yada ben Ermeniyimdenmez..
Bu mirasıyaşamanınhikâyesinianlatmalıydım.
Kimliklerinkaybolmadığıbirdünyadayaşamakumuduyla!
-Tavanarası-
2015
Eskişehir-TÜRKİYE
-NECİP-
Ben tavanarasında,kitaplarınarasındayımsevgilim!" diyebağırdıaşağıdoğru. "Eski kitaplarbugünlerdeçok para ediyor. Bir bakmakistiyorumonlara." Son sözlerimiduydu mu? "Orasıçokkaranlıktır; dur, sanabirfenervereyim." iyi. Mesele para değilaslındaokuduklarımıtekrartekrarokuyacağım.
Bütünhayatımcasüreklibirilgiaradığımısöylerdibirisibana. Gülümsediğimigösterenbiraynaolsaydı; biraz da ışık. "Bir yerinikırarsınkaranlıkta." Deliktenyukarıdoğrubirelfeneriuzandı. Fenerlielinucundakiışık, rasgele, önemsizbirköşeyiaydınlattı; bueliokşadı. El kayboldu. Ne düşünüyoracaba?Eminimkaçıkoldugumudüşünüyordur,kırkındansonraöğrenciliğesoyunmamvepisyerdekitaplarınarasındapineklememdendolayıaslındahaksız da sayılmaz.
Yıllardırbutozlu, örümceklikaranlığaçıkmamıştı. Işığıgörenbazıböceklerkaçıştılar. Korktu; fakat, yararlıolacağınıdüşünmekkuvvetlendirdionu. Belki de hiçbirşeysöylemedenbaşarmalıydımbuişi. Geçmişiaraştırıpyazmalıydım,nerdengeldiğinibilmemekenaznereyegideceğinibilmemekkadarkötübence.
Bilmiyorum,aslındakafamkarışık,araştırmakemekve zaman demek, bazenkarıştırıyorum; özellikle, başımdauğultularolduğuzamanlar,işteresimler; annesiylebabasınınresimleri. Aralarındaeskibirayakkabıtorbası, dizçöktü, yanyanagetirdionları,eskikitaplar ...
"Ruhumunyarısı"defalarcaokudugumtrenyolculuğu.
onlara bir yer bulabilir miyim? Koridorda, sandık odasında? saçmalıyorum,Neslihan nerdeyse burda dahi istemiyor kitapları;evin düzenini hızla gözünün önünden geçirdi.Aslında başlamaktan korkuyorum,belki anlaşılamamaktan,belki de gülünç olmaktan;ama korkarak yaşanmaz!başlamak bitirmenin yarısı olduğuna göre en uygun zaman başladığın zamandır düşüncesi ağır bastı diyelim,hem hayatın karşımıza neler çıkaracağını bilmiyoruz,mesleğimizi,yaşadığımız şehiri yada doğup büyüdüğümüz memleketimizi terk etmek zorunda kalıyoruz.Sadece çocukluk anılarımızı,sokaklarında koştuğumuz,köşebaşlarında dirseğimizi yaslayıp gözlerimizi kapatarak ona kadar saydığımız duvarlara veda etmiyoruz,ilk aşkımıza da veda ediyoruz,ilgisini çekmek için saçlarını çektiğimiz yolda yürürken düşmesi için çelme taktığımız,onun için öğretmenden azar işittiğimiz ilk aşkımıza da veda etmeyi öğretiyor hayat. işte alıp bir köşede unuttuğum kitap;Aytmatovdan "Gün olur asra bedel"uzun süreden beri okumayı istediğim bir kitaptı acaba "Beyaz Gemi" kadar sevecekmiyim bilmiyorum zira bir çocuğun iç dünyasını "Şeker Portakalı"kadar güzel anlatmıştı.Bu arada yazar Mihail Bulagakov'un doktorluğu bırakması da beni çok etkiledi,kitabını tamamlamak için mesleğini bırakması sanırım hayatındaki birinci önceliği yazmaya ayırdığını gösteriyor, yazma isteği o kadar güçlü ki toplumdaki konumunu,insanlara yardımcı olmak için büyük özveri gerektiren işinizi bırakıp hayatınızı tamamen yazmaya adıyorsunuz ancak yazdıklarınız baskıcı kominist rejim tarafından yasaklanıyor gerçekten çok üzücü olduğunu düşünüyorum.Yazmak bir çeşit hastalık yada bağımlılık ama zararsız bir alışkanlık olduğu kesin,çok okumanın doğal sonucu da olabilir zamanınızın büyük çoğunluğunu okumaya ayırıyorsunuz ve belirli bir zamandan sonra okuduklarınızı aktarmak isteğini hissediyorsunuz,devamlı damlatan musluğun altına konmuş bir kova misali artık taşmaya başlıyor ve siz taşan su damlaları ziyan olmasın diye koyduğunuz yedek kap gibi okuduğunuz cümlelerin satırların yada uzun sıkıcı tasvirleri dahi kağıda dökmeye başlıyorsunuz bu bazen karşılıksız sevilene yazılan uzun mektuplar şeklinde bazen anılar yada denemeler şeklinde olabiliyor.
Bir öykü yada roman yazmakla ilgili en çok merak ettiğim konu yazarın giriş gelişme ve sonuç kısımlarını hafızasında tasarladıktan sonra yazmaya başladığımı yoksa yazarken aniden fikir değiştiriyorlar mı bu sorunun kesin bir cevabı olamaz ama imkan olsa bununla ilgili bir anket yapmak isterdim tüm yazarlarla yüz yüze konuşmak imkanım olsaydı elbette... hepsi günümüzde yaşamadı ama büyük çoğunluk bence öyküyü zihninde şekillendirip sonuca bağladıktan sonra yazmaya başlamıştır.Öyküyü zihinde tasarladıktan sonra yazmaya karar verdiğinden emin olduğum bir kitap bana göre "Beyoğlu Rapsodisi" üç yüz seksen beş sayfalık kitapta katilin kim olduğunu son sayfalara saklayarak olayları akışına bırakmadığını düşünüyorum,kitabı bitirmek için oldukça sabırlı olmak gerekiyor yazarın diğer kitaplarına göre daha az sevdiğim bir polisiye romanı ben kendisini günümüzün Peyami Safası olarak görüyorum ,halk kütüphanesinde en çok yıpratılan kitaplar Ahmet Ümit'e ait olduğundan okumak için temmuz sıcağında yürüyerek gidip ödünç aldığım kitap oldu.İkinci olarak sokak ışıklarında okuduğum "Kağıttan Kadınlar "da tamamen aynı denebilecek derecede benzerliklere sahip, bu nedenle aynı zamanda ikisini de okumak itiraf etmem gerekirse sıkıcı oldu.Bu sıkıcı ortamdan neşeli ortama geçiş yapmak isteyenler varsa -aynı zamanda sayfaları çevirirken tebessüm etmek isterseniz- "Aslan Asker Şvayk"aradığınız güzellikte,polisiye romanlardan sıkıldığım bir zamanda elime geçti ve hafta sonunu tüm parasızlığıma rağmen neşe içinde geçirmemi sağladı bu nedenle yazarı Yaroslov Haşek'e bu güzel hafta sonu için teşekkür etmeliyim.Arka planda birinci dünya savaşı olmasına rağmen karakterleri seçiminde ve yalın cümleleriyle asla sıkmadan okunan eğlenceli bir kitap.Askerlik günlerimi anımsadım,zaman ne kadar hızlı!
Askerlik,evlilik,sosyalhizmetlerdeyaşadığımmeslekanılarım...
O yıllardayaptığımziyaretlerinhepsi de hayatasağlıklıolarakbaşlamışyaklaşıkkırkyılı normal birinsangibiyaşamışvesıcakyatağındaenfazlabirhaftaikidünyaarasındagidipgeldiiktensonraruhlaraleminegöçeceğinidüşüneninsanlardı.Hepimizsabaherkendenkalkıphomurdanarakişegiderkenbugünün "özürsüz"geçireceğimiz son günolabileceğinibilmiyoruz,kafamızdafaturalar,taksitler,ödenmemişsenetler,işarkadaşları,açılamadığımızsevgililerimizvar.Hayatınızınkırkbeşyılınımemurolarakgeçiriyorsunuz,ikikızınız var onlarıüniversiteçağınakadargetirmişsinizbir baba olarakvazifenizinbüyükçoğunluğunutamamladığınızıdüşündüğünüzandabirsabahuyandığınızdakollarınızdauyuşuklukhissetmeyebaşlıyorsunuz,buhayatınızdaöncedengeçirdiğinizkısasürelikramplarabenzemiyorvekarşınızdaoturankelkafalıbeyazönlüklüadam size beyinhücrelerinizingayetistikrarlıbirşekildeöldüğünümilyondabir yada ikikişiderastlanılanadını bile aklınızdatutmaktazorlandığınızbirhastalığayakalandığınızıvesayılıgünlerinizolduğunusöylüyor.Beyninizdebirur yok sağlıklıhücrelerinetrafınısarıponlarıbirerbireryutankanserhücreleri yok ama öncekollarınızısonraayaklarınızıkaybedipyatağamahkumbirhayatısürmeyebaşlıyorsunuz,yaşadığımız her gününsağlıklıgeçirdiğimiz son günolabileceğinihiçdüşünmedenzamanımızıhoyratçaharcamayadevamediyoruz,benbusatırlarıyazmamaimkansağladığıiçinAllahımaşükrediyorum...
Düşüncelerdensıyrıldısonraresimlerdenbirinialdı; feneri yere bırakmıştı, hangiresmialdığınıbilemedi. Yüksekçebir yere koyduonu. Biraztelaşlanmıştı; dizinibirtahtayaçarptı. Sendeledi, yere düştü; hafifbirdüşüş. Kalkmayacesaretedemedi; emekleyerekfenerinyanınagitti. Bir torbadaha. Boşalttı: Eski fotoğraflar!
Parmağınııslattıdiliyle; tozlarönceçamuroldu, sonra...onunresminibulduismine her zaman güldüğüsiyahbeyazresimdekenarımühürlüresim;iştegeçmiştenkalan son kişi;vearaştırmasıgerekenoydu:SATENIK KIRKIRYAN.
Çocukkenabisininsıksıkbabasınaaynnısoruyusorduğunaşahitolmuştu;dedeminnedenkimsesiyokmuş,baba?sonraüstünkörücevaplarıhatırladıkimi zaman da sertbakışlarlabukonuyuaçmamasınıbelirtenyeşilgözler...
Kardeş apartmanında çocuk olmak demek kavgalarla büyümek demekti.Dört kardeş ve dört daire ve altı farklı "küsme"ihtimali,en üst kat en alt katla,ikinci kat birinci katla ikinci kat üçüncü katla üçüncü kat dördüncü katla...vs..vs..en üst katta gümüştaş ailesinin en büyük ferdi yaşardı yani teyzem,Cumhuriyet ilkokulunda okuyan ailenin en büyük ferdi,okulun ne kadar eski olduğunu düşünürdü hep Necip,teyzesi ile aynı okuldan mezun olduğu için,dördüncü katta yanlız yaşardı,yaşamının yarısına yanlız yaşayarak geçirdi,ayrıldığı eşinin gece geç saatlerde elinde içki şişesi ile sokak lambasının altında bağırıp mahalleyi ayağa kaldırdığı günler olurdu,bu adamın çok ünlü bir hafız olduğu söylenirdi bir zamanlar,ancak belirli zamanlarda akli dengesini kaybeden ileri derecede hasta bir haafız,kimine göre askerdeyken attan düşüp kafasından yara aldığı kimine göre doğuştan olduğu söylenen bir akıl hastası,ancak bin dokuzlü yıllaraının Türkiyesindeki bir güney doğu kasabasında elbette tanışarak evlenilmezdi.İlk zamanlarda ruhsal dengesiiniin yerinde olduğu zamanlarda çok zeki olduğu Kuranı defalarac hatim ettiği gür sesiyle dinleyenlere bir ziyafet veren bu din alimi köylerde ünlü bir hoca olarak nam salmıştı,ancak yaz mevsiminde elli dereceye dayanan sıcakların etkisinden belki ruh sağlığı bozulduğu zamanlarda bir elinde ayetler diğer elinde içki şişesi ile kasabanın meydanında bağırırdı.Bu kişi iile evlilik hayatını yürütmek çileye katlanmak demekti teyze için,dört çocuğunu büyüttükten sonra varın yoğunu satıp savuran bu akli dengesi bozuk hafızdan boşanmayı başaran teyze tek başına hem anne hem baba olmanın zorluğunu yaşadı,parasızlıktan Osmanın en büyük ağabeyi Hakan'a baktı,yokluk içinde hayata tutundu ve ikibinonlu yıllarda hayata veda etti,yaşamının son yıllarında bir anne için mümkün olabilecek en büyük acıyı yaşadı ,ilk evladını kırklı yaşlarda akciğer kanserinden kaybetti,bu darbeyi ilerleyen yaşında kaldırmak zordu,yanlız yaşadığı hayatında yalnız başına veda etti yaşama,necip defalarca çıktığı teras katında anneannesinin yakınlığını yaşadı ancak Osmanla koşup oynadıkları zaman fdazla gürültü çıkardıkları için teyzeleri tarafından sık sık uyarılırlardı,yıllar sonra ilkbaharın kendini hissettirmeye başladığı bir pazar günü anneanne bir hafta boyunca iki dünya arasında gidip geldikten sonra hayat gözlerini yumduğunda artık ailenin en büyüğü teyze olmuştu,o pazar günü teyzenin küçük ve büyük dayının ve annnesinin ağladığı gündü,bir asırlık ömrünü noktalamaya çalışan anneannenin "diğer tarafa"huzur içinde gitmesi için kasabanın ünlü din alimlerinden görüşler alınmıştı,çocukları barışmalı ve can çeken bu yaşlı kadının kulağına en büyük çocuk "Ana,çocukların barıştı"demesi gerekirdi ve barışın gelmesinden bir kaç gün sonra anneanne gerçekten yaşama veda etmişti.bir anne için ruhunu teslim etmeden önce bu cümleyi işitmek önemliydi elbet,ergenlik yaşına yeni girdiği yıllarda aklında kalan ise annesinin büyük ağabeyinin elini öpmesi ve "benim babam sensin" demesiydi,Osmanın babasının bir çocuk gibi ağlaması onun duygularının olması ve ölümün her yaştaki insan için acı olduğunun farkına varmıştı Necip.Anneanne öldüğünde Osman kasabada yoktu,Tıp eğitimi almak için ayrıldığı kasabaya bir daha dönmedi,ağabeyleri Teoman ve Hakanda üniversite eğitimi almak için gittikleri şehirlere yerleştiler,seksenli yıllarda her dairede en az üç çocuğun olduğu apartman yavaş yavaş boşalmaya başlamıştı,gurbete gidenler ve ahirete gidenlerle...
Okuduğu her kitabıyaşamayeteneğiverengizemliadambeyazkürelerinbirarayagelerekoluşturduğuşekille son kattansarkanablasınınüstündebelirdiğigündenbuyanatekrargörünmediNecip'e ama bukabiliyetkitaplarındünyasınıaçmıştı.Cumhuriyetilkokulundamızıkaçalanöğretmenininhediyeettiğikitapokuduğu ilk kitaptıvekısadüzsiyahsaçlıesmerkız da ilk aşkı,okulbahçesinde "yağsatarımbalsatarımustamölmüş ben satarım "oyunuoynanırken hep mendiliÖzleminarkasınabırakırdı Necip ,onunkendisinikovalamasıiçinveyakalamasıiçin ,hayatındakienmutluanlarıonunyanındaoturupplastikfasulyelerlebirlikteoynadıkları,defterlerinedefalarca "Ali gel"yazdıklarıandı,vesekizyaşınagirdiğindeokulkapısındabeklediğibeyazarabanıngelmediği an iseenüzücüandı,ilerikiyaşlardayineaşıkolduelbet ama çocuklukgibi ilk aşk da sadecebirkereyaşanırdı.Yıllarsonraevlenip baba olduktansonraaşktangözüköroluncakarısınıveoğlunuterketmeyekararvardiği zaman okudu "Beyaz Gemi"yi.Babasızbüyüyenbirçocuğunyanlızlığıanlatılıyordu,sayfalarilerledikçekendinikitaptabulduNecip.Yüksekbirtepedendenizebakarken...
İlerden kuğu gibi süzülen beyaz gemiyi gördü,acaba babası o geminin kaptanımıydı?birgün dönecek sıcaklığını hissettirecekmiydi?baba yeri gelince arkadas yada ağabey olabilirmiydi yoksa asık suratlı sık sık azarlayan kimi zaman döven anlayıştan uzak bir adam olabilirdi,aslında baba ne demekti?sözlük anlamını bildiği halde bu kelimenin anlamı zihnine yerleşmiyordu,kitaptan sıyrılıp hayatına döndüğünde ekmek almak için babasından aldığı parayı harcayıp eve döndüğünde babasının kulağından tutup parayı geri almak için harcadığı mağazada yediği dayağı hatırladı,on sekizine bastığında sabah erkenden kalkıp babasından para çalıp deniz kıyısına garsonluk için kaçmayı planladığı günü hatırladı,son anda yakalanışı ve kapı önünde tekrar yediği dayağı.."Adam olduğunu mu sanıyorsun ?"sorusunu yanıtsız bırakmıştı,adam olmak belki de on sekizine basmak değildi,kendi ayakları üzerinde durmak,o deniz kasabasında garsonluk yaparken sadece bir gün çalışıp ikinci gün kaçmak değildi adam olmak ve itiraf etmek gerekirse adam olmak çok zordu,bu uçsuz bucaksız maviliği izlemenin dalgaların sesini dinlemenin bir bedeli vardı.Bu bedeli ödemek için yeterli gücünün olmadığını hissetti Necip,Osmanın her yaz anlattığı yaz tatili öykülerinde bıkarak dinlerken bir taraftan da merak ederdi,deniz ne kadar büyüktü ve ne kadar derindi?Osmanın babasının fabrikasındaki mercimek yıkama havuzundan büyük müydü ve su sarı mıydı acaba ,her yaz tatilinde dayısının Osman'ı kucağına alıp havaya kaldırdıktan sonra denize fırlattığını biliyordu artık,kırmızı renkli arkası geniş arabanın içine yığdıkları eşyalarla sabahın erken saatlerinde yola çıkarlardı,yaz tatili kuzeni için kum ve güneşti ama Necip için farklı işyerlerinde çalışmaktı,-hayatı öğrenmek için - akraba çocukları yakınlardan birinin işyerine çırak olarak verilirdi.
Bu köhneyerdegeçmişedalıpgitmişti;biraradağaçıkançocuklardandahilerçıkabilirprojesinibaşlatmakhayalivardıöğretmenlikyıllarında;bucümleyiduyduğundaelindekikitabıbırakıp serin biryazgecesiyıldızlarıizleyerekuyumayaçalışanbirgenççizdi ; kimilerinegöreözgürlüksavaşçısıkimisinegöreterörist ...
son otuzyıldır hep gündemdeolangençleronlar;acababugençleraşkhakkında ne düşünür?İlişkiyegirenlerininfazedildiğinianlatanbirröportajokumuştumoysa serin biryazgecesiçimenlerinüzerineuzanıpsevgilinlebirlikteyıldızlarıizlemektenbaşka ne vardır ki dünyada?
sosyalhizmetlerdeçalıştığımyıllarda,hayatımagirenfarklıinsanlarvardı o yıllarda ...kocasındanşiddetgören yada içkiparasıiçinsatılankadınlar,dayakvetacizeuğrayangençkızlar,evdenkaçıpkamyonşöförününtecavüzüyüzündenkadınlığaözenenparlakdelikanlılarHayatımdaeğitimearaverdiğim ama öğrenmeyedevamettiğimyıllardı,gecenöbetlerindegüvenlikgörevlisikanepedehorlarkenyatakhanedeyorganınaltındaterkedildiğiiçinsessizceağlayançocukbanahayatıöğrettivegençliğinde top peşindekoşarken kas erimesisonucuyatağamahkumolanirimavigözleriiledağköyündekievininpenceresindenarabamızıngeldiğiyolugözleyen Hüseyin de öğrettihayatıbana,hayatın hep düzolmadığını,hepimizinengelliadayıolduğunuöğretti,Hüseyinyatalakolunca tam birkitapkurduolmuştu,her ay ziyaretinegelirkenonakitapgetirirdim,onuyaşamabağlıyansadecekitaplardıve ben onunokumahızınaaslayetişemezdim.Tazebeyinlerezihninenaçıkolduğusabahsaatlerindekarmaşıkformülleriöğretmekle;aynısaatlerdetelevizyonunkarşısında yeni uyanmışolmasınarağmentekrarkestirmeyebaşlayanbiryaşlınınsağlıkdurumunusormakarasındakalmıştımaslında,bukararsızlıktaegoistliğindepayıvardı ,nedenmi?Çünkügecedeikikitapbitirdiğimoluyordu ,dahaönceyarımbıraktığımromanlarıpenceremden serin havanıngetirdiğiçiçekkokusuilebirlikteheyecaniçindeokuyordum,galibaokumakiçindeyazmakiçin de tekkoşulyalnızolmaktı.
Bu çatıkatındageçmişiyenidenanımsarken teras katındasıksıkziyaretinegittiğimhayatının son yıllarınıyaşayanve hep türkülersöyleyipağlarkenbulduğumbenikocasınınadınıağzınaalmamakiçin "Necmettiiin"sen mi geldinkalıplaşmışsorusuilekarşılayankişiaslındabenimgençlikyıllarımdagerçekanlamdadostumdu,sanırımonunvefatıilebirliktebenim ilk dönemgençliğimdesonaerdi.Ondokuzuncuyüzyılınbaşlarındadoğmuşolanarkadaşımadetayaşayantarihti,işgalciaskerlerinkocaşapkalarınıhalahatırlardı,çocukluğundabulduğualtınkolyeyibabasının hep akıllıkızıolduğunueskive yeni alfabeileadınıyazmasını hep hatırlarım.Kangrennedeniileayakbaşparmağıkesilmişveyukarıdoğrukavisyapmıştı.Yaşadığımızkasabaadetaçöliklimidiyebileceğimizkurakyazıngölgedekırkdereceyiaşankışmevsimindeisebatışehirlerimizdeancakilkbaharda yada yazbaşındagöreceğimizhavayasahipgüneşinyüzünüeksiketmediğigökyüzünün hep açıkmaviolduğubiryerdivebindokuzonikidebukasabayakaryağmıştı.Karyağışınıntümgündevamettiğinievlerinçatılarınınhizasınaulaştığınıdinledimvebirçocukiçinenmutluanlardanbiridirkarahasretkalmışkensabahuyandığındaetrafınbeyazgelinlikgiymişolmasıvesaatlercesürenoyununsonukangrenileneticelenmişti,çocukluğundakaybettiğiikiparmağıevlenmeçağıgeldiği zaman sıksıkkarşısınaçıkmıştı,hayatındaunutamadığıkişiyediyılsürennişanlılıkdönemindensonraayrıldığı Mustafa ....
Bu dünyada doksan iki yılı bitirmek üzereydi ama hala ona olan öfkesi bitmemişti,onu dinledikçe ilk yıllarda insanların devrime daha bağlı olduklarını gözlemledim.Başkentten uzak güney kasabasında çarşafla gezerken bekçi bizi çağırdı dedi birgün annem ve ben korktuk,acaba suçumuz nedir diye sorduğumuzda artık çarşafla gezmek yasaktır dedi bekçi,sanırım bekçi devrime sıkı sıkıya bağlı görevini aksatmadan yapan bir memleket sevdalısıydı.Anıları arasında yeni harflerinde yeri vardı,babam bir gün beni dizine oturup yeni harflerle "Bahriye"yazdı derdi ve bunu aynı heyecanla anlatırken havaya adını yazardı.Adaşım olan eşinden hep kötü anılarla söz ederdi çoğu zaman dayak yediğini sadece kendisini değil aynı zamanda çocukları da dövdüğünü anlatırdı özellikle dayımı satırla kovaladığını sokakta araya giren esnafın sainleştirmesi sayesinde o yıllarda ilkokula devam eden dayımın ölümden döndüğünü anlatırken korkudan ım nefretten mı bilmem titrediğini hissederdim.Dayımı sadece merdivende inerken yada daha yavaş tempoda çıkarken görürdüm,onun hakkında her şeyi dostumdan öğrenirdim ne kadar azimli olduğunu okumayı çok sevdiğini ve hep dört çocuğun içinde en kıymetli evladının dayım olduğunu sık sık tekrarlardı,annemin yada teyzemin yada küçük dayımın ikinci planda evlatları olduğunu belirtirdi.Büyük dayımın onun için neden bu denli önemli olduğunu anlayamazdım ancak azimli biri olduğu kesindi,vekil öğretmenlik yaptığı yıllarda çalıştığı okuldaki "asil"öğretmenlerden tarafından bir şekilde hor görülmesi nedeni ile odaya kapanıp günlerce çalışarak öğretmen okulunu başarı ile bitirmesi ve bu küçük kasabanın ünlü dava vekilinin öğretmen kızı ile evlenmesi onun fakir ve kısmen yetim olduğu delikanlılık yıllarının ardından varsıllık yıllarının başlamıştı,bir çok açıdan hareketleri ile ilklere nasip olmuştu,kasabamızda ilk telefonu ve ilk arabası olan sayılı fabrikatörlerdendi,üstelik çoğunluk tarafından tanınırdı,bu şöhretin sebebi yardımseverlikti,poşetlere böldüğü bakliyat çuvallarını fakirlere taksim eder kurban bayramında yine yardım dağıtma ve toplama faaliyetlerinde bulunurdu ve şimdi kanser ile boğuşmaktaydı,gençliğinin teras katında orta yaş döneminin ise çatı katında geçmesi ne tuhaftı!
Beni etkileyenikirenkvardır,çocukluğumdabasketbolmüsabakasınınoynandığızemininrenginibeyazsanırdım,onedenle ilk kezsarıdanetkilenmiştim,ikincirenkile on yediyaşındatanıştımgüneydebaharaylarındayeşilbirdeniziandıranbuğdaytarlası...
Hafifrüzgarilesalınanbuğdayfilizlerininyazmevsimiilerenkdeğişmesineşahitolmuştum,veçocukluğumdaçalıştığım baklava ustasınınyanındasıcakşerbetindökülmesiilebirliktesarıdilimlerintepside hop oturup hop kalkerkenyufkalarınarasındaincebirçizgigibisüzülenantepfıstığınınyeşiline de şahitolmuştum ama yaşadığımcoğrafyabenigökkuşağınınburengindenmahrumbırakmıştıbununlabirliktedoksanlıyıllardahepimizinhayatına yeni girmeyebaşlayanyetmişlerdekisayfiyelerinyerinialmayabaşlayan -elbette ilk olarakyüksekgelirdüzeyliinsanların- sahipolduğuyazlıkevler.
Gerçekanlamdayüksekgelirlibiraileiletanışmamduvarlarınyıkıldığıvebirincikörfezsavaşınınyaşandığıyıldagerçekleşti.
Bu zengin aileyi bir yaz günü ziyaret ettik,ergenlik çağında hepimizin zorlandığı anlar misafirlikte geçirilen sıkıcı dakikalardan ibarettir çünkü büyüklerimizden yönergeler alırız,"Hoş geldin"desene,amcanın yada teyzenin elini öpsene,misafire terlik yada kolonya tutsana...vs.Beni her zaman sıkan bu sohbetler aşırı resmi bazen de aşırı sahte gelirdi,ayrılmadan önce adeta kader arkadaşı gibi dertleşen bayanların kapı önünde uzun sohbetlerin ardından dış kapının kapanması ile birlikte adeta birer düşman haline gelmesi ve bu büyük dönüşüme şahit olmam bu sahte dostluklardan ve dolayısı ile misafirlikte bulunmaktan nefret ettirmişti ancak buyur edildiğimiz geniş salonda balkon kapısının önünde hafif açık bırakılan tül perde rüzgarın etkisi ile hareketlendiğinde vurulmuştum adeta,bu renkle daha doğrusu bu rengin bu tonu ile ilk kez karşılaşmıştım,demek yaşamda farklı tonlar vardı,zenginlik belki de buydu,biz fakirlerin görmediği tonları görmek,evet ben laciverti o gün sevdim,çünkü ilk kez denizi gördüm.Uçsuz bucaksız denize bakarken NEslihan ile evleneceğim zaman yapacaklarımı hayal ederdim ve sayfalar dolusu mektuplar yazardım ve şimdi ondan kaçmak yanloız kalmak için kitaplar resimler arasında sessizliğin ve karanlığın tadını çıkarıyordum;artık mektup yazmak aşkımız gibi demode oldu galiba...kısa ve de büyük bir hızla yazılan üstelik yazılırken de telefonun tuşlarına bakmadan yazılan mesajlar sevgilinin kokusunu aldığınız,günlerce postacının yolunu gözlediğiniz günleri tarihe gömdü.Arşivde artık aşk mektupları,bayramdan yada yılbaşından önce atılan simli kartlar,altmışlık yada doksanlık olarak ikiye ayrılan kasetler,içini açıp tekrar sarmak için saatlerce uğraştığım,kayıt yapmak için üst kısmındaki boşlukları pamukla doldurduğum,televizyonun yanına koyduğum hoparlöründe gökkuşağı gibi renkli ışıkları olan kasetçaların içinde ağır ağır dönen kasetler.Öğretmenlik yaptığım günlerden birinde arka sıralardan gelen müzik sesini duyduğum zaman "Şu teybi kapatın "dediğimde teybin ne olduğuna dair en ufak bir fikri olmayan gençlerin sorgulayan bakışlarına maruz kalmıştım,onların haklı olduğunu unutmuşum,walkman ile yaptığım uzun yolculukları,gecenin sessizliğinde horlayarak uyuyan orta yaşlı göbekli yolcularla dolu,ayak ve nefes kokusunun karıştığı bir ortamda ,hayatımın on sekiz yılını geçirdiğim güneydoğu kasabasından üniversiteli olmak amacıyla ilk kez batıya "açıldığım"yaklaşık bin kilometrelik uzun yolculuğu hatırladım.O yolculuk hayatımda bir devrin kapanması demekti benim için,aslında tüm gençler için de sanırım aynı anlamı taşır,bağımsızlık demektir üniversite hayatı,evden uzaklaştıkça türlü hayaller kurarsınız,ilk hedefiniz bir kız yada erkek arkadaş bulmaktır,artık kendi ayakları üzerinde duran birey olduğunuzu sandığınız için özgürlüğün ilk koşulu hemen sevgilinizle eve çıkmaktır.karşı cinsten arkadaş bulmak hayatınızın birinci öncülüdür,okulu kaç yılda bitireceğinizin önemi yoktur,arkadaş bulmak için kantinde tek başınıza saatlerce etrafa baktığınızda olur,derse girip sınıfta gözlerinizle uzun süren aday arayışlarınız da olur.Çocukluğumu geçirdiğim kasabanın etkisinin ne kadar çok olduğunu ilk kez üniversite hayatımın ilk günlerinde fark etmiştim.medeni cesaretimin ne kadar az olduğunu,insanlarla diyalog kurmak için çok zamana ihtiyacımın olduğunun farkına vardım.Sınıf arkadaşlarımın arasında çok hızlı kaynaşıp gönül ilişkilerinin başladığının farkına vardığımda ben daha yeni yeni selamlaşma ve hal hatır sorma aşamalarına gelmiştim ama şunu da belirtmeliyim ki en hızlı kurulan ilk üç ilişki de mutlu sona ulaşamadı,okul bittiği zaman herkes bahsettiğim altı kişinin nikah masasına oturacağını sanıyordu ama her üçü de beş yıl süren bu ilişkilerin ayrılıkla noktalanması da ben dahil bir çok arkadaşım için sürpriz olmuştu.Üniversite yıllarımı lisans ve yüksek lisans yıllarım olarak ikiye ayırmam gerekecek,yüksek lisans yada diğer adı ile yanlızlık yıllarım gündüzleri lisede öğretmenlik yaparak akşamları ise üniversite kütüphanesinde kitap okumakla geçti.Lisans dönemi arkadaşlarımın büyük çoğunluğu artık yoktu,sanki bana büyü yapılmıştı ve bundan sonraki yıllarımı hep üniversite kütüphanesinde geçireceğimi sanmaya başlamıştım,ne tam olarak öğretmen olduğumun farkındaydım ne de öğrenci,gündüz resmi kıyafetimi giyip,derslerime girdikten sonra ceketime ve kravatıma veda edip kumaş pantolonun yerine kot pantolonumu giyerek akşam yemeğinden sonra kampüsde dolaşmaya başlardım,beni çok etkileyen üç kitabı bu dönemde okudum.Üst ranzada güneşin batışını izlerken jostein gardner'in ünlü Sofinin Dünyasının sayfalarını büyük bir merakla çeviriyordum,sanki yeni bir dünyaya adım atmıştım,artık onaltı yaşında girdiğim büyülü alacalı matematik dünyası yerini çekici ve gizemli felsefe dünyasına bırakmıştı,"Kimsin?"sorusu ile başlayan bu kitaptan sonra edebiyat öğretmeni arkadaşlarımın ilköğretim yıllarında okuduğu "Simyacı"sayesinde artık kütüphanede sadece QA bölümüne bakmanın her akşam aynı yemeği yemek ile eşdeğer olduğunu fark ettim.Bu iki büyüleyici kitaptan sonra bir çocuğun tertemiz yüreğini kusursuz şekilde anlatan "Şeker Portakalı"nın son cümleleri ile hüzünlendim.Bu üç kitap sayesinde artık edebiyat raflarının önünde gezmeye başlamıştım ve bu rafların en üst sırasının büyük çoğunluğu bana göre Türk halkının tüm özelliklerini iyi tanıyan,kalemi çok güçlü olan Aziz Nesin kitapları ile dolu idi.
Yanlızlığımsayesindedahaçokokumayabaşladım,odaarkadaşlarımınhepsilisansdönemindeolduğundanbelki de çokfazlaortaknoktamyoktubunedenlesohbetetmektençokokumakdahacazipti,hayatımdaaskerlikdöneminekadarbusistemdevametti,askerliklebirliktekitapokuyacakzamanımınolmayacağınısanmıştım,ilkaylariçinbusanıdoğruydu ama temeleğitimdensonrageceçalışmakzorundakaldığımdanuzunkışgeceleriyineokuyarakgeçirmeyebaşlamıştım .
ilk okuduğum denemeler kitabı Montaigne idi hatta bu kitabı çocukluğumda okuduğumdan başka denemeler kitabı görünce kendi kendime Montaigne'in kitabını çalmışlar diye düşünürdüm elbette denemelerin bir tarz olduğunu anlayacak yaşta değildim !günümüz insanının en büyük sorunu bu "tembellik" koşmadan spor yapmadan zayıflamak ,okumadan araştırmadan öğrenmeye çalışmak,kısa zamanda zengin olmak için şans oyunlarına yada kumara başvurmak,artık birçok şehirde şans oyunları oynatan "cafe"ler var okumaktan nefret eden insanlar masa başında homurdanarak spor gazeteleri okuyup atların sağlık durumlarından futbolcuların sakatlık durumuna kadar her türlü bilgiyi almak için kütüphane kadar sessiz bir ortamda saatlerce ders çalışıyor bu enerji bilime harcansa ülkemiz epey ilerleme kaydederdi!Ortaöğrenimimi yeni tamamladığımda anket yapmak amacıyla gittiğim güneydoğu vilayetlerinde en fazla gördüğüm kıraathanelerdi,hepsi dolu olan ve ikisinin arasında en fazla dört işyeri olan bu mekanların fazlalılığı sanırım sorunu anlamanız için yeterlidir bu sorunu tamamlamak için yıllarca akademik kariyer yapıp rapor yayınlamaya yada iktidara yakın olmak için şu anki muhalefet iktidara gelirse ülkemiz için felaket olur şeklinde tamamen "yalakalık"yapmak amacıyla beyanatlar vermeye gerek olmadığını düşünüyorum.Bu şehirler hakkında hatırladığım devamlı tepemizde dönen helikopterler ,aile çay bahçesinde okey oynarken dizlerinin üstündeki silahı masa örtüsü ile örten insanlar ve ilginç bulduğum Midyat şehridir. Müslümanlar ile Hıristiyanların bu kadar iç içe olması ve boynundaki haçla özgürce dolaşan genç kızlardı aynı manzarayı yıllar sonra Rumeli caddesinde görmüştüm.bir şehirde farklı inançtan olan insanların olması çok güzel o ülkenin ne kadar hoşgörülü olduklarının bir kanıtı,sanırım minareye bile tahammül edemeyen ve her fırsatta medeni olduğunu ileri süren Avrupaya da verilecek en güzel cevap ülkemizde farklı inanç ve mezhepten olan insanların bir arada yaşaması.Osmanlı imparatorluğu zamanında atalarımız bunu kusursuz bir şekilde uygulamışlar sanırım çağdaş değerlere en çok sahip çıkan imparatorluğun gerilemesinin dahi üç yüz yıl sürmesi buna bağlı sanırım saray entrikaları olmasa daha uzun yıllar imparatorluk Akdenize hakim olmaya devam edebilirdi,saray entrikaların çok güzel anlatan Ann Chamberlain'den Safiye Sultan serisini okumanızı tavsiye ederim,kendi yazarlarımızdan Hıfzı Topuz'un "Meyyale"si de bana tarihsel romanı sevdiren ilk kitap olmuştur.Tarih ilkokul yıllarından beri sevdiğim bir dersti özellikle savaşların yapıldığı tarihleri ezberlemek hoşuma giderdi bu nedenle ilkokul öğretmenim bana "kronolojik çocuk"adını vermişti,sanırım rakamlar o yıllarda bana cazip gözükmeye başlamış,gözüme hoş gelen rakamların Araplar tarafından keşfedildiğini ise ancak lisans öğreniminde bilim tarihinde öğrenmiştim.Bu dersde Georges İfrah'ın "Rakamların Evrensel Tarihi"adlı serisini okumuştuk bir matematik öğretmeni olan yazar birgün derse girdiğinde öğrencisinin "Hocam,rakamlar nerden geliyor?"sorusuna yanıt aramak için mesleğini bırakarak dünya turuna çıkmış gittiği şehirlerde bulaşıkçılık yapıp geçimini sağlayarak bu kitabı oluşturmuştu.Şimdi bu kitabı kitapçıların "ucuz kitap"bölümlerinde görünce itiraf edeyim ki hüzünlendim.Sanırım öğretmenlerin hayatında öğrencilerin ne kadar rolü varsa aynı şekilde öğrencilerin hayatında da öğretmenlerin etkisi var,düşünsenize Gauss'un matematik öğretmenin başı ağrımasa belki bu deha daha geç farkedilecekti,hikayeyi duymayanlar için kısaca anlatayım,ders anlatmak istemeyen matematik öğretmeni öğrencilerin meşgul olmasını sağlamak amacıyla birden yüze kadar olan sayıları yazıp toplayın sonucunu bana getirin der zavallı adam yaklaşık on saniye sonra Gauss'u elinde defter ile masanın yanın da dikildiğini görünce acaba ne hissetti cevabın beşbin elli olduğunu biliyorsa nasıl bu kadar çabuk buldu deyip şoka girmiş olabilir eğer öğretmen cevabı bilmeden bu soruyu sordu ve cevabın doğru olduğunu görünnce o zaman şoka girme süresi biraz gecikmiş olacaktır.Her iki durumda da onun yerinde olmak istemezdim,bu olay seksenli yıllarda bizim ülkemizde olsa zavallı Gauss öğretmenden temiz bir sopa yer yerine otururdu sanırım.Aramızda herkes matematikçi olmayabilir bu nedenle Gauss metodundan kısaca bahsedeyim.Sınıf arkadaşları önce bir ile ikiyi toplarken o bir ile yüzü toplamış ve yüzbir bulmuştur,sonra iki ile doksandokuzu toplamış gene yüzbir bulmuştur,sonra üç ile doksansekizi toplamış gene yüzbir bulmuştur bu şekilde elli tane yüzbire ulaşacağına karar veren Gauss elli ile yüzbiri çarpmış ve cevabı bulmuştur:Beşbin elli sanırım o sırada arkadaşlarının bulduğu en büyük rakam en fazla ellibeştir.Galiba deha olmanın sırrı burda saklı belirli bir sıra ile toplamak yada planlı hareket etmek yerine özgün olmak hiçbir kalıba girmemek...
Geçengünarkadaşlarımlaşehirmerkezindebuluşacaktıkve ben birsaatiçinde her zaman oyunoynayıpbitincebribirimiziçekiştirdiğimizkafedeolmalıydım,havaaydınlıktıbugüzelhavayıyürüyüşledeğerlendiripzayıflamaktıniyetim,belkifaydasıolur, açyürümekdedimkendime ama çok da uzatırsamgeçkalıp „nerdekaldın?"sorusuilemuhatapılmak ye rineartıkkullanlımayan -yaniartıkdefinyapılmayan- mezarlıktangeçipyolukısaltmayakaraverdim.
Yaşamin insana dayattığı ihtiyaçlar ruhumu sıktığında tek gezinti yerimdir.Çünkü yaşadığımız dünyanın bencil ve gürültülü ortamında ,öteki dünyanın ihtiyaçları unutturan huzurlu bir yapısı vardır.Ahiret hayatının tertemiz ikliminde ne hırs ne de kıskançlık vardır orada Allah'tan başka herşeyden uzaklaşırım.Varlığını mezarlığın ortasında hissetmek kimi zaman bebek mezarlarına bakıp sadece bir yıl yaşamış diye matematik yapmak bu mezardan her geçişimde zararsız bir alışkanlık haline gelmiştir.Yolu kıasltmak için seçtiğim bu kullanalımayan mezarlığın sanki eski bir krater gibi yapısı var,ilerledikçe daha da derine iniyorsunuz şehir merkezine giden en kestirme yolun burdan geçmesi benim kimi zaman „silistreli Ayşegül KARADENİZ"yazısını kimi zaman yarısı silinmiş „Hüvelbaki" yazısını okurken diğer taraftan da elimde bilmem hangi üniversiteden emekli olmuş yabancı bir felsefe profesörünün hayatını anlattığı pek de kalın olmayan mavi kitapl ı kitabında sayfaları hızlı çevirmeye başlamıştım,daha geçen hafta ;ülkemizde bir üniversiteden emekli olan felsefe hocasının beşyüz sayfa boyunca akademik hayatında meslekdaşları ile didişerek geçirdiği yılları ve bilmem hangi vilayetin köyüne bir kır evi yaparken karşılaştığı zorlukları anlattığı ve yazılırken araştırma yapılmadan emek harcanmadan yazıldığı her hali ile belli olaN KELEPİR KİTaplar kısmından ucuza aldığım bu kitap nerdeyse beni felsefeden soğutacakti bu mavi kitap isabet oldu da en azından emek verildiği anlaşılan samimi olarak felsefeyi seven bir yazardan okuma şansına ulaşmıştım.Sağım solum sessizlik örtüsüne bürünmüştü.Kimi zaman kuş sesleri bu güzel bahar havasında bir yandan yaşama isteği uyandırırıken şehir sesleri yine de rahatsız edici hünerini gösteriyordu.Burada hayat namına ne varsa yok olmuştu ben dekendi sessizliğime dalmıştım.Hepimiz şüphesiz ölümü tadacağız karşı tepedeki mezarlara bakarak şöyle dedim:"Merak etmeyin ,yakında ben de aranızda olacağım"Mezarlığın genişiliği gözlerime kıyamet alameti gibi gözüktü ,zihnimde bir resim canlandırdım;kefeni üstünde sayısız ceset üstüme doğru gelirken ben bu kraterin en derin yerinden yükseklere çıkmak için çabalıyordum,heyhat!çamurlu ayaklarım geçen gece sabaha kadar yağan
Yağmur ileişbirliğiyapmıştı ,her denememdeneticeaynıydıtekrarçukurundibindebuluyordumkendimi;çocukluğumdalavobadançıkmayaçalışıp her seferindedüşenhamamböceğigibi...
Zavallıölülerendiptekiçukurdamahşeryerindetoplanıyorsankihesapvermeyehazırlanıyordu;birdenbenimgibikestirmeyoluterciheden baba veçocuğugörüncedüşleralemindenuyandım.Sesimiduyanakadaryaklaşınca „SelaminAleyküm!"dedim.
LÜBNAN,1915
-AlpinaryanKırkıryan-
DAR SOKAKLARI kerpiç evleri olan bir sokakta çarşaflı kadınların bir köşede dedikodu yaptığı bir topluluk içindeydi ,parasıyoktu.dileniyordu. Caminin önündeydi. Büyük bir camiydi bu. Minareleri, kubbeleri, kemerleri ve parmaklıklı pencereleri filan hepsi tamamdı. Özellikle avlusu: dilenenler için en önemli yer. Bir kenarda duruyordu. Hiçbir hüner göstermediği için ya da acındırıcı bir garipliği olmadığı için ya da kendisini çevreden ayırıp başarısızlığına üzülecek kadar düşünemediği için dilenirken de başarısızdı. Küçük kaplar içinde mısır satmadığı için, çocuklarla ve kuşlarla birlikte,şarkılar söyleyip başkaları adına sevap işleyemezdi,konuşamadığı için, bu bakımdan da başarı kazanması oldukça güçtü. Caminin duvarına yaslanmaktan başka ilgi çekici bir eylemde bulunmuyordu. Hatta henüz avucunu açma teşebbüsüne bile geçmemişti. Bununla birlikte, güvercinlerin ve mısır kaplarının ve caminin eğimli bir duvar çıkıntısına dizilen dinsel kitapların ve halkı bazı toplumsal kötülüklere karşı uyaran-ve makbuz mukabili iyilik işleriyle uğraşanların yoğunlaştığı sırada, onu sakat sanan başörtülü ve çarşaflı kuru bir kadın, bu gönülsüz dilencinin avucunu çevirerek içine biraz para koydu. Belki de o sırada oldukça yüksekte duran güneş yüzünden gözlerini kırpıştırdığı için paraya bakmadı; belki de gözü, caminin iç avlusunda oynayan çocuklara takıldığı için avucunu kapamayı unuttu. Bütün bunlar, günün ilk hayırseveri biraz uzaklaştıktan sonra olmuştu. Kadın onun yüzüne bakarken, bilerek ya da bilmeyerek hiç oynatmamıştı gözlerini. Bu yüzden ilk müşterisi onu kör sanmıştı. Avucuna düşen başka bir paranın sesiyle kendine gelir gibi oldu: Kendisi gibi elbisesi yırtık, sakalı uzamış bir adam gördü başını kaldırınca. Sonra, eski bir halıdan yapılmış torbasını sinirli hareketlerle karıştırarak bozuk para çantasını arayan genç kız çıktı karşısına; büyük bir para elini ağırlaştırdı, öteki bütün paralan kapadı. Kucağındaki kundak çocuğuyla karanlık bir kadın çömeldi yanına. Bir süre, iki leke gibi, duvara dayalı durdular. Sonra, açık leke avlunun ortasına doğru yürüdü. Kara cüppeli ihtiyarın kulübesinden bir baston uzandı bacaklarına; neredeyse düşecekti. "Beni şadırvana kadar götürüver," diye söylendi ihtiyar, aksi bir seste. Kulübesi, tekerleklerin doğrultusunda itilince, "Oraya değil," diye tepindi ve dışarı çıktı; istediği yöne çevirdiler tekerlekleri.
İhtiyar, kulübesininaçıkyanınıhırslaörttü; başkabirduvarındanküçükbirpencereaçtı. Oradanöfkeylebaktıavluya. Gölgedebıraktıihtiyarı; gittiduvarayaslandıveparalarınıseyretti. "Sağlam adamsın; utanmıyormusundilenmeye?" Şişman biradamduruyorduyanıbaşında: "Bir işverilseçalışmazsın." Şişmanınyerdeduranbavulunabaktı, ikieliyletutupkaldırmayaçalıştıyükü; başaramadı. Sonra birhamalgördüuzakta, becerikli. Onungibiyaptı: Çömelereksırtınıbavuladayadı, sapıkavradı; olmadı. Şişman adamın da yardımıylayüklendisonunda. Yolda, "İki buçukliradanfazlavermem," dediincesesiyleşişman. Yan yanayürüdüler. Rıhtımayaklaşıncasırtındakiyüklebirlikte yere çöktü. Bavulsahibidurduvebirsürekararsızkaldı; sonrauzattıparayı. Galibaonabirazacınmıştı. Vapura da girebilirdiayrıbirücretle; fakat, hamallarörgütününduvarımyaramadı. Sonra, vapuriskelesininduvarındadilendibiraz. Yenidenyüktaşımaihtimalibelirincekenaraitildi. Birazhırpalanmıştı, hafifçesallanıyorduolduğuyerde. Onu, gününbusaatindesarhoşolmaklasuçlayanlarçıktı; gene de oldukçaiyiişyaptı. Sonra gene bavul, sandıkfilan (rıhtımakadar). Onu sağlamsayanlarlasakatsananlararasındagittigeldi. Belki dahaçalışacaktı. Fakat, iyigiyimlibir bay, ona para vermekiçin tam elini cebine soktuğusırada, yanlarındangeçenbirkadınınkucağındakiçocukbukılıksızadamabakarakağlamayabaşlayıncaparayıbeklemedenyürüdü; hemenkarşıkaldırımageçti.
Cami avlusunagelincebirkemerinaltınagirdi, loşve serin duvarındibindeparasınısaydı; sonrakarşıduvardakisimitçiyebütünletti, biraz da bozuk para kaldı. Yürüdü, kalabalıkbirsokağaçıktı; insanlarınarasınakarıştıyeniden. Yorgunveterliikihamalınortasındaduranoymalı, yaldızlıbüyükbir boy aynasındakendiniseyretti: Ceketi yoktu, gömleğiparçaparçaydı. İstemeyerekikiserserininkavgasınakarıştığı, onlaraaracılıkettiğibirsıradayırtılmışolangömleğininparçalarınıüstüstegetirdiaynayabakarak; pantolonunututanipiçözdü, dahasıkıbirdüğümattı. Sonra aynayıgötürdüler; yırtıkpantolonunuveçorapsızayaklarınageçirmişolduğulastikleriseyredemedi. Yavaş yavaşyürüdü; darvekalabalıksokaklardan, darvekalabalıksokaklarageçti. Yürüyeninsanlarıngürültüsünesokaksatıcılarınınseslerikatıldı. Sonra satıcılar, belirlivesabityerleralmayabaşladılarkaldırımlarda: Öncekısaayaklıtezgâhlargöründü; tezgâhlaryükseldi, sırıklarvetentelerledonandı. Güneşkayboldu; sıcakazaldıvesokaklarınüzerindeyürüyecekyerkalmadı. Nereyeasıldıkları belli olmayanelbiselerinvekumaşlarınarasınasıkıştı; durmakzorundakaldı. Rüzgârınya da gelipgeçenlerinsalladığıbeyazbirmantosüründüyüzüne. Uzun veaydınlıkbirmanto. Kloşetekli, kocamandüğmelibirhayalet; genişyakalı, serin. Hafifbirrüzgârçıktı; iriyarı, esmervegörünüşütaşralısatıcınınelbiselerini belli belirsizdalgalandırdı. Yalnızbeyazpaltokımıldamadı; ağırbirkumaştanyapılmışolmalıydı. Onu seyredensatıcı, sessizliğibozdusonunda: "Ne o? Satınmıalacaksın?" Karşılıkvermedi. Gülümseyerek yere tükürdüsatıcı; yüzündeyarıkurnaz, yarıilgisizbirifadevardı.
akıcıbirgüneşvardı. Adımlarınıyavaşlattığıhalde, alnındankayanterdamlalarısakalınııslatıyordu. Büyük birköprününüstündeparmaklıklarayaslanarakbirtaraksatıcısınıngölgesinesığındı. Mantosuyla, sakalıylavegelipgeçenlerinüzerindenaşanbakışlarıylasatıcıyayarandokundu; işsizgüçsüztakımından, onuseyretmekiçinduranlaroldu; ağıryüktaşıyanlar, tam oradadinlenmeyiuygunbuldular. Birkaçtaraksatıldıbuarada. Hareketsiz, ifadesiz, öylecedurduğuiçinönceyanmayaklaşamadılar. En çokkonuşulanyabancıdildenbildikleribirkaçkelimeyionunüstündedeneyenlerçıktı. "Bu adamturistdeğil," dedibirisi. "Kendiniyutturmayaçalışıyor." Bir başkası da yabancıdildenbirküfürleyokladıonu. Karşılıkalınamadı. CebindenAmerikansigaralarıgörünenbirtombalacı, "Yok yahu, buherifingiliz,belki de ajandır " dedi. Sonra onadokundular, çekiştirdiler; canlıolduğuanlaşıldı. Yürüdü, oradanuzaklaştı. Köprüuzundu; başkasatıcılarınyanında da dikildibirsüre. Hatta birtanesi, filtrelisigaralarsatankasketlibirgenç, kendiyerinebıraktıonu, çişegiderken. O kısasüreiçindebeşpaketsigara, üçkibritsatıldı. Satıcıdönünce de birerfiltrelisigarayaktılarkenditezgâhlarından; parmaklıklaradayanıp, balıktutanlarıseyrettilerkonuşmadanüstikidüğmesiniçözdü, gene de serinleyemedi. Alnınabirikensildi. Köprününucunaçevirdigözlerini; karanlıksokaklarvardıorada ;eliylebelirsizbirhareketyaptısatıcıyaveayrıldıoradan.
darbirsokaktabirvitrininönündedurdu. Kendiniseyretti. Kumaşların, elbiselerinvesatıcılarındükkânlardantaştığıbirsokaktaydı. Müşterilerinyolukesiliyordu. Bir süresonra, vitriningerisindengözetlendiğinisezdi. Şişman dükkânsahibi, düşünceliküçükgözleriyleonusüzüyordu. Sonra, genişbirgülümsemekapladıyuvarlakyüzü; gözlerkısıldı, kayboldu. "Baksanasenburaya," diyeseslendi, şişmangövdesiylekapıyıtutarak. "Neredenbuldunonu" Baktı; karşılıkvermedi. Başkabirisiyaklaştı o sıradayanına, kolundantuttu. "Hey mister!" dedi. Anlamadığıdildenbirşeyleranlattı. Olmadı. Sözlerinielleriyledestekledi; ayrıca, kollarıyla da açıklamayaçalıştı ne istediğini. Olmadı. Yerdeduranbavulunuaçtı, saydamkâğıtlarasanlıgömleklerçıkardıiçindenelinetutuşturdu. Parmağınımantonunbüyükdüğmelerindenbirinedayadı, "Sen turist," dedi.
Onu vitrininönündeöylecebıraktı, sokağınköşesinegitti. Şişman adam, dükkânınınkapısındasonucubekliyordu. Birazsonra , göğsününkıllangömleğininçiçekleriarasındankarabirçalıgibifışkıranbirgençdurduönünde; gömleklerebaktı: "How much?" dedi. Genç adamınyüzünebakıldısadece. Sokağınköşesindekiasılsatıcıhırslaayağını yere vurdu. "Herif esrarkeş," diyehomurdandı. Kıllıgençmüşteriyikaçırmamakiçinyanmayaklaşarak, "Sağırdır," dedikırmızıpantolonlugenç. Asılsatıcı, mantoluadamınyüzüneöfkeylebaktı; kararsızdurdubirsüre, sonrakulağımonunağzınadayadı.
"Ben dilindenanlarım."
"İçeri gelsene biraz." Durdu, düşündü: "Öyle ya, anlamaz." Bavullu Satıcının yolunu denedi: "Sen gelmek dükkân burda," dedi ve daha fazla beklemeden onu kolundan tutup içeri çekti. Tezgâhtarla birlikte bir süre çevresinde dolaşarak ondan ne yapabileceklerini düşündüler. "Herif de manken gibi duruyor ortada. Eline kumaş topunu verip sattıramam ya!" Bir süre daha çevresinde dönüldü. "Manken," dedi şişman dükkâncı gene, başka söz bulamadığı için. Bir süre de tezgâhtarla birlikte söylendiler "Manken, manken," diye ve çok sonra akıl ettiler onu manken olarak kullanmayı. Bir süre de "Canlı manken!" diye bağırdılar sevinçle. Sonra onu vitrine doğru ittiler, orada durması için (ona başka türlü söz dinletilemiyordu ki). Tam vitrinin çıkıntısına doğru adımını attıracaktan sırada, "Ayakları çok kirli, pantolonu da öyle," diyerek patronunu uyardı tezgâhtar. Onu durdurdular. Ayakkabılarının üstüne ve pantolonunun alt tarafına biraz beyaz bez sarıldı. örtemediği kısımlarıyla müzedeki bir mumyaya benzer gibi oldu. Kollarından tutup vitrine çıkardılar. "Böyle put gibi durmasın," dedi tezgâhtar. "Güzel bir poz verelim ona." Gene düşündüler. "Kollarını açalım," dedi patron. "Vitrini doldursun." "Yorulur, kollarını oynatıp durur." Naylon iplerle tavana asmaya karar verdiler sonunda kollan. Bir kolu ileri uzattılar, bağladılar ve ipi vitrinin üstündeki bir çiviye tutturdular. Öteki kolu da, duvarda boşalttıkları bir rafa yerleştirdiler. Onların çalışmasını seyretmeye başladı birkaç kişi. Sonra, vitrinin önünde birikenlerin sayısı çoğaldı. "Cansız bu, kukla," diyenler çıktı. Tezgâhtar, kapının önünde bağırıyordu: "Canlı manken mağazasına buyurun! Serinletici kumaş çeşitlerimizi görün, işte, büyük fedakârlıklarla getirtmiş bulunduğumuz Mankeni, bu sıcağa ancak hafif kumaşlarımızı giyerek katlanmaktadır. işte, koca palto dahi onu terletmemektedir. Kumaşlarımızla bir kuş gibi havalarda uçarak sizlere en canlı ve en gerçek reklamı yapmaktadır. 'Saran Kumaşları' yalnız mağazamızda.
O günöğletatilinekadariyiişyapıldı. Tezgâhtayemekiçinoturupsefertaslarınıaçtıkları zaman, "Ona da birşeylervermeli," dedi patron. "Yığılırkalırsonra." Vitrine gitti, onuçözdü, serbestbıraktı. Altınabirtabureçektilertezgâhınönünde. Sefertasınınkapağınabiraz humus koydular; ikiküçükparçaekmeğiçatalgibikullanarakyemeğiniyedi. Dükkânınarkasındakilavabodan, musluğaeliniuzatarakbirazsuiçti. Yere oturdu;sırtınıtezgâhadayadı; onabirsigaraverdiler. Birazsaygıuyandırmışolmalı ki, patron yaktısigarasını. Sonra omzunavurduvetezgâhtaradöndü, "İşimizeyaradı, değil mi?" diyerekgüldü. "Yoruldun mu?" deditezgâhtar, patronabakarak. Karşılıkvermediğiiçinonunlakonuşmakzoroluyordu. Sigarasınıbitirdi, birsüredahaoturdu. Sonra yavaşçadoğrularakkalktı, kapıyayöneldi. "Nereyegidiyorsun?" diyebağırdı patron. "Fena mı, para kazanıyorsunişte." Durmadı. Arkasındankoştular, cebine biraz para sıkıştırdılar. Patronun, mantonunüstündeunuttuğuiğnelerlevekollarındansarkaniplerle, beyazbezlersanlıayakkabılarınısürükleyerekyürüdügitti. Omzundakalanküçükbirkumaşparçası da sokağınköşesinidönerken yere düştü.
Dik bir yokuşun başına gelince durdu. Kaldırımın kenarına oturdu. Elinin tersiyle alnına biriken terleri sildi. Çevresine baktı: kalktı, bir iki adım attı, gene durdu. Tezgâhtarın ayağına sardığı bezler çözülmeye başlamıştı. Belindeki ipi çıkardı, yere koydu. Kaldırımın kenarında duran bir taşla ipi ortasından ezerek ikiye ayırdı, sargıların üstüne bağladı yürürken, üstünden pantolonunu çekiştirdi durdu. Bir yoğurtçu geçti yanından; durağın arkasındaki eski bir evin kapısından girerken ona çarptı. adam sendeledi, kapıya baktı; karanlık bir avluda kayboldu yoğurtçu. Sonra esmer, kara gözlüklü, dökülmüş siyah saçları yağdan birbirine yapışmış bir baş çıkmaya başladı kaldırımın içinden,baktı: Birkaç basamakla inilen bir boşluk gördü yerin altında. Gözlüklü kafa büyüdü, yükseldi; bir adam oldu. Kolunda bir sürü kemer taşıyan eskimiş bir adam. Koyu renkli bir kemere uzattı elini dilenci,düğmelerini çözdü; fakat, kemeri geçirecek bir yer bulamadı pantolonunun belinde. Biraz yukarı çekiştirmek istedi pantolonunu; alt taraftaki sargılar, ipler izin vermedi. Ümitsizlikle kemerciye baktı; sonra da kemere baktılar birlikte. Kemerci, çıktığı deliğe yöneldi, bir süre kayboldu. Kocaman çengelli iğnelerden yapılmış bir zinciri tutarak çıktı ortaya. Pantolonunun beli iç kısmına bu iğnelerle tutturuldu. "Üstüne takarsın kemeri artık," dedi gülerek, cebinden çıkardığı kâğıt paralardan birini uzattı. Kemerci paraya baktı, sonra aldı ve yandaki bakkala girdi. Paranın üstü, bir şişe ucuz şarapla çıktı birkaç yudum içtikten sonra adama uzattı şişeyi. Onun almadığını görünce, tekrar yerin altında kayboldu. İçerken insanı ağzını kesmesin diye kenarları düzeltilmiş boş bir teneke kutusuyla döndü. Teneke, şarapla dolduruldu adam için. Deliğe inen merdivenin duvarına oturdular, ayaklarını aşağı sarkıttılar, birlikte içtiler., biraz ferahladı. Gülümseyen adama tatlı gözlerle baktı. Kendisine bakılmadan gülümsendiğini anladı sonunda.
Alpinaryan'ınBeyruttaki ilk günüydü.,ayaklarındakiyaralarHalfeti-Beyrutyolunukatetmesininbedeliydi.Yorgunadımlarlasehirdışınadoğruyürümeyebaşladı,hemşerilerikilisedeydi.
Yol boyuncaAbdullahıdüşündü;hayatındakienbüyükacıyasebepolan Abdullah.
Saylakkaya-Halfeti-TÜRKİYE
1914
-ABDULLAH-
Dün gece eve dönerken köpekler arkamdan havladı. Bizim mahallenin köpekleri. Bir ikisi de peşime takıldı; adımlarımı sıklaştırdım. Daha önce onların böyle bir davranışıyla karşılaşmamıştım; korktum. Her zaman beni miskin gözlerle süzerlerdi; fakat aramızda bir gerginlik olduğunu da sezmiyor değildim. Yalnız ne var ki, uzun sürmüştü bu gerginlik; alışmıştım. Arkamdan yürümeye başladıkları zaman havlayan köpek ısırmaz gibi, bana zayıf ve düşünülmesi utandırıcı gelen atasözlerinden birini hatırlamak zorunda kaldım. Köpekler yüzünden kendime karşı küçüldüm. Belki de bir rastlantıydı ama, tam bu sırada, birisi hakkında kötü şeyler düşünüyordum, onu içinden çıkamayacağı zor durumlara düşürerek dişlerimi gıcırdatıyordum. Hayır, köpekler bu gıcırtıyı duymuş olamazlardı. Belki de sessiz bir gıcırtıydı, manevi bir gıcırtıydı bu. Artık eski şakacılığımı da kaybetmiş olduğum için, şimdi hissettiğim istihzayı da duymuş olamazdım. Fakat, köpeklerle aramızdaki gerginliğin de böyle bir sırada patlak vermesi iyiye yorumlanamazdı. Bütün bunlar, benim sokağa yakın olmuştu; evlerin kalabalık olduğu son sokakta havlamışlardı bana. Köpekler evimin kapısına kadar gelemezler diye düşünüyordum; benim sokakta üç ev vardı, yani üç çöp tenekesi vardı. Hayır, orada barınamazlardı. Bu sokakta ancak ben barınabilirdim. Benim de sebeplerim vardı. Köpeklerin böyle sebepleri olamazdı, onlar düşünemezlerdi. Ben, kendime göre durumu açıklayabiliyordum. Başkalarına anlatılması güç de olsa, bu açıklama düzenim, öyle her insanın kolayca ulaşabileceği cinsten değildi. Ayrıca köpek meselesinde olduğu gibi, bazı durumlarda kökten sarsılıyordu bu düzen. Bu nedenle, köpeklere gereğinden çok kızdım; bu kızgınlığımın büyük bir kısmı da havlamalar bittikten sonraki döneme rastladı. Tahmin ettiğim gibi, benim sokağa girmeye cesaret edemediler; o pis zayıf köpek, arkamdan bir iki adım geliyormuş gibi yaptı, boynunu uzatarak son defa havladı; sonra hep birlikte dönüp gittiler. Üç evli sokağımı düşüncelerle geçtim, birden kapımın önünde buldum kendimi.
Benim evim daha doğrusu ahırın bir kısmını kendime ayırıp eve çevirdim artık ne kadar ev denirse o kadar evdir arkada saman balyaları ve hayvanlarımız vardır, ben ön tarafta ışık alan odamda küçük tandırım ve keçi postumla sarılır yatarım, evde gelinlik çağa gelmiş bacılarımla bir göz odada yatamadım, yukarıda anam sobadan külleri çekiyor; seslerden belli ;artık bizim büyükbaşlardan birini vereceğiz başlık parasına ilaveten, Meryem'i almak için ,sabah namazından sonra derede bulaşacağız, yün yıkamaya inecek anasıyla, ben de artık bu ahırda kalmaktansa rahata ereceğim, ama burada hatıralarım çok, çocukluğumuzda hep Alp ile buraya saklanırdık, çaldığımız fıstıkları yiyip kabuklarını tandır ateşine atıp kararmalarını izlerdik birlikte, sonra Alpinaryan eşeğin nasıl teptiğini anlatmamı isterdi ,anlatırdım gülerdik, gene böyle anlatırken ,sen ne amaçla eşeğe yanaştın deyip, renkli gözleri ile baktı bana, şalvarını sıyırmıştı, gölde yüzdüğümüz zaman süt beyaz tenine nasıl takıldığımı bildiği için gene gözlerimin takılmasını istemişti, davet eder gibi bakmıştı , sanki neden eşeğe uçkur çözdün der gibi, ve cesaretle elini birden şalvarımdan daldırıp erkekliğimi okşadığında kendimizi daha fazla tutamayacağımızı anlamıştık, güreş tuttuğumuz çocukluk anılarımızda onun kasıtlı olarak altıma yattığını düşünürdüm, sertliğimi hissetmek için kalçalarını yaslar, yosun yeşili gözleri ile öpülmeyi bekleyen bir kadın gibi bakardı bana, ama artık bu sapkınlığa son vermeliyim, Alp sabah kahvede gene ahıra gelmek istediğini söyledi onun için yanlış olan hiçbir şey yok ,belki gavur olduğundandır, ama evlenme yaşımız geldi de geçer oldu, aslında ne kadar şanslı olduğunun farkında değil!
KöyünengüzeliSatenikilenişanlı, Allah beniaffetsinkimi zaman gavurolupalasımgeliriçimden, nedendersenermenikızlarıaltınsaçlıvepamuktenliolur, bazensabahnamazındacamidesoğukçulunüstündeayaklarımkarıncalandığızamandaAlpinaryan'aözenirim.
Acaba onlarda bize özenirmi ?buköydeislamolaydık,rahataererdikdediklerizamanlarolmuşmudur?
Aslındaçocuklukarkadaşımolmasınarağmen Alp ile din konusundapekkonuşmayız, çocukluğumuzfıstıktoplayıpgöldeteratarak, bulduğumuzyerdegüreştutarakgeçti, asker dönüşü de kahvedesohbetederek, onuniçinevlenmekdahakolayolacak,başlıkvermeyecek hem zatenbahçeleri de yıllarcayetecekkadariritaneliüzümleri, incirlerivefıstıkları var ,ama gene de acırımbazen ,buoğlanevlendiğinde ne yapacakdiye, şimdiyekadar Allah beniaffetsin ben alıştırdımonubelki de bugünahkarişe ,bazenbizimahırda mum ışığındaonunlagünahişlerkengölgelerimizebakardım,Alpsanki İslam olmuş da namazdakigibiönümdeeğilmiş ama mum ışığındagölgesindenanlarımaslındaerkekliği de vardır.
Necip-
Bazen kendime neden yazmak yerine hikaye okumaktan hoşlandığımı sorarım;öyle ya okuduğunuz zaman kimse size para vermez,ama yazarsanız ve de popüler olursanız maddi açıdan güzel günler sizi bekliyordur.Okumak belki daha çekicidir tamam da hele okuduğum hikayeleri neden tekrar tekrar okurum,onu anlamış değilim,neden Sait Faik Abasıyanık ve Aziz Nesin kitaplarını tekrar tekrar okurum?
Galiba hikaye denen şey bende psikanaliz etkisi yapıyor,hem daha hesaplı!Başım çok ağrıdı yada o gün kendimi çok bunalmış hissettiysem ,hemen aç bir Nesin öyküsü ,mesela her açılışa davet edilen imam efendinin öyküsünü okuyunca sıkıntı yerini kahkahalara bırakıyor,ruhum tatlanıyor,sonra hayatın katı gerçekliğine sıkıcı günlerine devam ediyorum.Hepsi olmasada kimi Nesin hikayelerini tekrar tekrar okurum.Bu hikayeleri okuduğum zaman yetmişli yılların sıkıntılı günlerine geri dönerim,onun bu ülkenin yazarı olduğunu ve bu toprağın yarattığı insanların esaslı bir parçası olduğunu düşünüyorum.Aziz Nesin öleli yirmi yıl oldu,onun kırk yıl önce yazdığı öyküleri okuduktan sonra kendime "Ne değişti?"derim;galiba yanlızca öykü yazım tarzı ve kullanılan kelimeler değişti,yoksulluk,gericilik,devlet aynı kimi zaman komik bir durumla karşılaştığımız zaman tam Nesinlik bir öykü deriz açıkça söylemek gerekirse yoksulluk umutsuzluk ve insan haklarının yerinde sayması gibi durumlar (ki - bunu 13 yasında bir cocuğun derste tutuklanmasını örnek verebiliriz)günümüzde sıradan demode duygu sömürüsüne açık çok işlenmiş konular oldu.Atatürk'ü savunanlar yobaz basma kalıp düşünen örümcek kafalı insanlar etiketine sahip olurken hilafeti geri getirmeye çalışmak yada en azından meyilli olmak ilericilik oldu!İşte bu durum da gerçekten Nesinlik bir durum!
Nesin hikayelerinde derin bir yoksulluğu bu yoksulluğun yanlızlaştırdığı ,umutsuz insanların bu durumdan kurtulmak için -kimi zaman da kurtulmamak için-yaşadıklarını mizahi bir dille anlatır.Ezilenler ile birlikte ezen portrelerindeki sağlamcılık,kolaycılık da dikkat çekicidir.Eğer ezenin gücünü anlarsak yoksulluğu da anlarız.
Ülkemizde ezilenlerin hiçbir zaman örgütlenemeyeceği - ki ben bunun genlerimize aykırı olduğunu düşünüyorum- ve hakkını aramayacağını bilir bu nedenle gereksiz pembe tablo çizmez.Palavracılık dolandırıcılık konularında "usta" bir toplum olduğumuzu bütünü kavramak yerine günü kurtarmanın daha karlı olduğunu düşünen insanların büyük bir tesadüf sonucu tamamının bu coğrafyada toplandığını okurken şaşarsınız. İnsanlarımız iyi niyetli yoksul insanlar olsalar da altın kalpli değildir.Kuş uçmaz kervan geçmez bir köyde aynı partinin üyelerinin menfaatleri uğruna toplandıkları partide bir anlık karanlıkta nasıl eski hesapları açıp birbirlerinin kafalarını yardıkları ,aydınlanmaya yeniliğe ne kadar kapalı olduklarını etkileyici bir şekilde ve en güçlü silahı olan mizahı kullanarak adeta aklımıza kazır,işte bu tozlu karanlık tavan arasında bu nedenle onun kitaplarını tekrar okuyorum ve satır aralarında kimi hikayeler beni hayatımda uzun zaman önce tanıdığım birini hatırlattı.
Onu tanıdığımda eşim ikinci çocuğumuza hamileydi,staja yeni başlamış ,yaka derinliği uzun olan beyaz önlüğü ile sık sık eğildiği için gözlerimin sık sık takıldığı ve galiba onun da bu çapkın bakışları farkederek-ertesi gün önlüğünün yaka derinliğini azalltığı günlerdi.
Otuzlu yaşlara kadar bekarlık hayatı yaşayan mesleğinde başarılı olamayan ,ekonomik sıkıntılarla boğuşurken hayatındaki en büyük hedefine ulaşamadan ,hep küçümsediği bir şehirde çalışmaya başlayan ben aynı zamanda anti depresan ilaçlarla yeni tanışmıştım.
Rumumun perişanlığını size sezdirmiş olmalıyım sanırım, Aslında bu geceyi size çok daha sonra yazmak istiyordum. Nasıl oldu bilmiyorum -telaş ve heyecandan herhalde- araya sıkıştı galiba. Fakat şurasını belirtmeliyim ki, sizi üzmek istemem ama, o gece bir bakıma hayatımı altüst etti.Eşimin uyku hazırlıkları yaptığı sırada tam on yıl sonra ondan mesaj almıştım Burada onu suçlamak, hatta gücenmek aklımın köşesinden geçmez. Yalnız, o geceden sonra, günlük hayatıma girmiş birçok ayrıntıdan nefret etmeye başladım. O günlerde evimi biraz düzenlemeye niyetliydim; bu yeni çıkan duvar boyalarından alıp, eve yeni renkler vermek istiyordum. Sahaflar çarşısından bir mobilya dergisi alarak sayfaları arasından bir iki oda seçmiş ve yatak odamın da iki duvarını boyamaya başlamıştım. Gerçi ilk kat boya biraz dalgalı olmuş ve biraz da tavana bulaşmıştı; fakat bu işlerden anlayan bir tanıdığım, ikinci katta bunların kapanacağını söylemiş ve bana biraz yardım ederek cesaretimi artırmıştı. Pencerenin altındaki küçük duvar parçasını tamamen bitirince benim de bu işe aklım yatmaya başlamıştı. Bu arada tabii, sevgilimin -bu münasebetsiz kadına da sizin yanınızda sevgilim demeye utanıyorum- sanki evlilik hazırlıkları yapıyormuşum gibi düşündüğünü belli eden mesajları ortada dolaşıyordu. Bir bakıma onu güzel bulduğum anlar da oluyordu. Ne bileyim, biraz karanlıkta, belirli bir açıdan bakıldığı zaman ona belki güzel denebilirdi. Bazen de hiç öyle görünmüyordu. Sonra, belki hemşire olduğu için-plastik cerrahi ile hep şikayetçi olduğu burnunu küçültüp yeni yüz yaptırmak gibi sözler ederek beni çileden çıkarıyordu. Onun evinde geçirdiğim anları unutamadığımı da ifade edeyim . Sözün kısası, sabah kalktığım zaman yan boyalı duvarlar ve dolayısıyla sevgilim olacak şimdiden heyacanla bekliyorum.
Tam on yıl sonra onunla yeniden yazışmak -çok kısa da olsa-güzeldi her ne kadar onun cevap olarak yazdıkları olumsuz ifadeler olsa da geçmişe gittim
Onu peygamberler diyarında, tanıdım bu şehrin benim hayatımda ayrı bir yeri var, birincisi babamın köyü olan Cibin yada yeni ismi Saylakkaya köyü bu şehire bağlıdır,bununla birlikte ilk kez köye gitme sebebim taziye amaçlı olup meslekte onuncu seneyi tamamlarken nasip oldu.
Bu şehrin ikinci özelliği ise ilk defa şehirler arası otobüse binmeme vesile olmasıdır.Birinci körfez savaşının yeni başladığı yıl küçük ablamın evlenip bu şehirde yuva kurması nedeni ile sık sık yapılan ziyaretlerde büyük ablam ve annemin yanında refakatçi vazifesi ile elimize tutuşturulan kısıtlı miktarda para ile kasabanın çıkışındaki şehirler arası yola çıkar beklemeye başlardık,yaklaşık on dakika sonra bir ayağını kaybetmiş simsar yanımıza gelir,hep aynı soruyu sorardı,bu adamın sol ayağının yerinde kalın tahta çarpası ve bu tahta parçasının ucunda çivilenmiş bir lastik parçası vardı,topal simsar gelmezse hiç bir otobüs durmazdı,kasaba zaten Urfaya yakın oldugundan vereceğimiz para için düşük rampaya inmeyi gereksiz bulurdu şöförler ama topalı gören şöför hemen dururdu,bu nedenle bu topal simsar ile üniversitedeki İzmirli kız benim için eşdeğerdi,parasızlıktan otostop yaptığım talebelik yıllarımda sınıf arkadaşım olan bu güzel İzmirli kızı görenler hemen durur ben de arka koltuğa geçer "yancı"olurdum,bu nedenle topal simsar yanımıza geldiği zaman çok mutlu olurdum.O yıllarda 302 denilen yeni nesilin tanışma şansı bulamadığı araçlar vardı,bu araçlarda çoğu zaman boş olurdu,bu nedenle şöför dün geceden başlayıp ertesi gün öğleye doğru tamamladığı yolculuğun son kilometrelerinde yorgunluk atmak amacı ile yol kenarından roman vatandaşları alırdı ve yolculuk "canlı müzik"eşliğinde devam ederdi
bununla birlikte bu canlı müzik annemin hoşuna gitmediği için muavini yanına çağırdı,başında şiddetli bir ağrı olduğunu ve bu gürültüye son vermelerini söyledi böylece benim keman ve darbuka eşliğinde başlayan yolculuğum Suruç ilçesine varmadan bitti.Bu şehire öğretmen olarak atandığımda 302S'lerin yerini koltuklarının arkasında mini televizyonların olduğu otobüsler almıştı.Şanlıurfa'da bir kaç kişi ile edindiğim tecrübelerin neticesinde doğum yerim olan kasabayı söylemek yerine babamın köyünü kendi memleketim olarak belirtmenin daha yararlı olacağı kanaatine ulaştım.Beni bu davranışa iten olay ise urfasporun ligden düşmesine sebep olan takımın Antepspor olmasıydı,ikinci sebep de fıstığa anteplilerin sahip çıkmasıydı.Halfetili olmak benim için de bir gizeme kapıları açmak demekti,kenarı sararmış babamdan yadigar o siyah beyaz fotoğrafda umutsuzca geleceğe bakan o kadının doğup büyüdüğü köye biraz daha yaklaşmıştım ama bu daha çok manevi bir yaklaşımdı.Babamın köyünde ilk dikkatimi çeken şey insanların İskandinav ülkelerinden gelen turistlere benzemeleriydi.Bu köye taziye amaçlı gelmiştik,babamın eski nişanlısının babası vefat etmişti.Taziye evinin avlusunda temmuz ayına rağmen serin bir gölge vardı.Babam çay servisi yapmak amacı ile erkekler tarafına kapı girişinden tepsiyi uzatan ve bu işi her defasında farklı bir kadının yapmasından bulduğu cesaret ile eski nişanlıyı görme umudu ile ;bir yandan elham okurken bir yandan da çay servisine bakan hanımları incelemekteydi.Ben babama eski nişanlıyı dünya gözü ile yeniden görme konusunda pek şans tanımadım çünkü o kaadr genç kız varken babasını kaybetmiş yaşlı bir hanımın kalkıp avlunun diğer yanındaki erkekler tarafına bir tepsi dolusu çay servisi yapması kınanacak bir olaydır.
Kel Müslüm'ün evine misafir olduk. Allah rahmet etsin, Müslüm Bey, çok misafirperver bir insandı. Bizi, en iyi şekilde ağırladı. Taziye günü ile aynı anda yabancı bir ülkeden dönen bir hemşireleri de vardı,bu nedenle köyde ziyaretçi sayısı artmıştı.Bu arada köyde "Arogilin oğlu gelmiş" diye duyan herkes Müslüm Bey'in evine doldu. Kimisi Armen'e dokundu, kimisi isim verip, tanıyıp tanımadığını sordu. Cibinlilerin Müslüm Bey'in evine doluşup, Armen'e aşırı ilgi göstermelerinin hikayesi şu idi:
Armen'in ismini aldığı dedesi, Armenag Aroyan 1878'de Cibin'de doğup büyümüştü. Çok sayıda ağaçtan oluşan bir fıstıklıkları vardı, hali vakti yerinde insanlardı yani. Hovannese Aroyan pek ileri görüşlü birisi olduğu için, oğlu Armenağ'ı yürüme mesafesi birkaç gün olan Merkezi Türkiye Koleji'ne Antep'e göndermişti. Armenag, Merkezi Türkiye Kolejine giden ilk Cibinli olmanın yanısıra, başarı ile Koleji bitirmiş, öğretmen olmuş, köyüne geri dönmüş ve öğretmenlik yapmıştı. Tarih bu sırada 1898'zi gösteriyordu. Daha sonraki yıllarda, Armenag çalışmak üzere Mısır'a gidecek, orada Antepli Gülenla ile tanışıp evlenecekti. Bir çocukları olunca, bebeği anne ve babasına göstermek için Armenag tekrar yollara düşecek ve Cibin'e gelecekti. Ancak, burada büyük bir talihsizlik eseri tifüse yakalanacak ve Dr. Shepard'ın tavsiyesi üzerine ailesi ile geri Mısır'a dönmeyecek, Antep'te kalıp, ölümünü bekleyecekti.
Bütün bunlar 1915'den önce olmuştu. 1915'te tehcir kararı çıkınca Cibindeki Ermeni ailelerin büyük kısmı, kızlarını bilemedikleri, tehlikelerle dolu çöl yollarına götürmek istemediler. Müslüman komşularıyla araları gayet iyiydi. Tahminen 30 kadar Ermeni kız çocuğu bu şekilde geride kaldı. Müslüman aileler tarafından büyütüldüler ve o ailelerin erkek çocukları ile de evlendirildiler. Böylece, çoğu Cibinlinin annesi Ermeni olmuş oldu. Tabii, bu kızların hepsi Müslüman oldular ve Türkçe isimler aldılar... Cibin'de Ermeni bir anneye sahip olmak, utanılacak bir şey olmadığı gibi, suçlanacak veya dedikodu konusu olacak bir olay da değil. Amerika'da görme şansım olmuştu ve baba Aroyan, gözleri, bakışları ve sarışınlığığla tipik bir Cibinliydi.
Evet, Armen Aroyan'ın Cibin'le bağı işte buradan geliyordu. Cibinlilerin deyişiyle "Arogil'in oğlu" neredeyse yüz sene sonra onları ziyarete gelmişti, çok önemsiyorlardı. Müslüm Bey, bizi Arogil'in fıstıklığına götürdü önce... Armen pek heyecanlandı: "yahu burası tıpkı ailemin bana anlattığı gibi... Kırmızı ve verimli toprak. Üzerine otursanız, sonra üzerinizi silkeleseniz, toprak katiyen yapışmıyor. Hava güzel, gökyüzü masmavi, insanlar güzel... Ne şanslı insanım ben, Allah, burayı görmeyi kısmet etti bana..." dedi.Gerçekten güneş bütün gücü ile kırmızı verimli toprağı ısıtırken,babam ile mezar ziyaretlerine başladık.
Haziran ayında Cibinde ki diğer bir durağımız nüfus cüzdanına ismi "Hanım" olarak kaydedilen Satenik Kırkıryan'dı. Satenik o zaman, 88 yaşında, kınalı saçlı, son derece konuşkan, muhteşem bir hafızaya sahip çok şeker bir kadındı. Etrafındakiler Satenik'e "Arogil'in oğlu gelmiş, seni görmek istedi" dediler. Konuşmaya başlarken Armen'i yanına otutturdu. Onun kolunu tutarak, " senin deden benim öğretmenimdi. Bana neler neler öğretti" dedi. Ve, öğrendiği "Rab çobanımdır" cümlesi ile başlayan İncil'den bir parçayı okumaya başladı. Armen bu sırada gözyaşlarına boğulmuş, kendisini kontrol etmeden özgürce ağlıyordu. Bir süre konuşmaya devam ettiler. Derken, Nuri Güngören'i getirdiler odaya. Nuri Bey, Annesi Ermeni olan bir başka Cibinliydi. Gözleri doğuştan kördü. Ermeni dayısının yardımıyla Beyrut'ta ve Halep'te körler okuluna gitmişti. Öğrendiği ama hiç konuşmadığı Ermeniceyi Armen'in köye gelişiyle yeniden hatırladı. Başladı Ermenice konuşmaya, eski şarkılar söylemeye... Armen'in kendinden geçip, "bir tane daha söyle, biraz daha konuş" diye rica ettiğini hatırlıyorum. Ben ise, hiç de farkında olmadığım bir kültürle, olaylarla karşılaşmış olmaktan son derece şaşkın, meraklı bakışlarla etrafı süzüp, mümkün mertebe olayları hafızama kaydetmeye çalışıyordum bir kaç yıl sonra tekrar Cibin'e gittik. Benim, Cibinli olarak tanıdığım insanların hepsi ölmüştü.
Bu duyguyu ilerde gene hissedecektim,huzurevinde müdür yardımcısı olarak çalıştığım zaman tanıdığım tüm yaşlıların beş yıl sonraki ziyaretimde hayatta hiçbirinin kalmaması gibi....
Arogil'in fıstıklığına yine gittik,giderken mezarlığın yakınından geçtik. Orada yatan ne çok insanı tanıyordum ben... Hüzünlendim tabii... Ama, hayat böyle değil miydi? Satenik gözümün önüne geldi.
Yakup bize, babasının kendisine söylediği bir cümleyi nakletti: "şu ağaç var ya, işte onu Arogil'in babası eliyle dikmiş. Ben çocukken çok büyük bir ağaçtı bu. Zamanla yaşlandı, dallarını rüzgar kırdı ve sadece bu gördüğünüz gövdesi kaldı. Hatıra diye, kesmek istemiyoruz ağacı..."
Eski sevgilime geri dönersek;
On yıl önce bu şehirde tanıdım onu ;onsekizine yeni girmiş mesleğinin başlangıcında bir gençti,ilk zamanlar bir çok mesajını görmezden geldim,ya geç cevapladım yada hiç yazmadım,evli ve çocuklu olduğumu anlattım ama pes etmedi ve kazandı ama tayinimle beraber ordan ayrıldm.
İnce ince yağan yağmur altında tanış¬mamız okul avlusunda oldu. Hemen hemen onyedi yada onsekizli yaşlarda olmalıydı. Gençliğin ve çizgilerin hoşluğunun yalnızca bulanık bir vaat olarak ortaya koyduğu şeyi başarmak için sanki saçlarının ağarmasını beklemiş bir yüzü vardı . Geç kalmaktan korktuğu için koşmuş gibi nefes nefeseydi. Önsezilere inanmam, ama uzun zamandır inançsızlıklarıma olan inancımı da yitirdim. "İnanmıyorum artık," gibi kesinlemelerden daha aldatıcı bir şey yoktur. Ayaklarımın altındaki yiyeceklerden kalanları (tost kırıntıları)toplamaya çalışırken az kalsın düşüyordum. Hayli gülünç olmuştum. "Bırakın." "Üzgünüm, üzüldüm, affedersiniz..." Gülüyordu.Genç yaşına rağmen gülümsediği zaman gözlerinin çevresinde ihtiyarladaki gibi kırışıklıklar oluşuyordu "Hasar o kadar önemli değil, daha beterleri de olur..." diyerek bir espri yapmaya çalıştım yerden plastik çay bardağını alırken;arkasını dönmüştü bile, ben en kötü şeyden korktum: görgü ve saygı kurallarından yoksun biri gibi tanınmak, 'kaba' bir insan izlenimi uyandırmak.
Bu okulda hoca olmak tavırları ile örnek olmak demekti..imdama yetişen anatomi hocası oldu. Dudaklarında hafif bir gülümsemeyle bana doğru eğildi. "Affedersiniz hocam,müdüre hanım ders proğramını vermek üzere sizi odasına bekliyor",Odası nerdedir, söyleyebilir misiniz lütfen?"
Gri renkte bol bir manto giymişti. Ciddi ve kaygılı olmaktan çok alaycı bir tavırla: "Fen lisesinde çalışan bir matematik öğretmenin sağlık meslek lisesinde görevlendirilmesi sizin için kötü galiba..." dedi. Dışarıdan bakıldığında pek göze batmayan biri oldu¬ğumu sanıyordum. Damatlık takımımı giymiştim.öğrencilerin gözünde sorumluluk duygusu taşıyan ve okuma alışkanlığı olan sakin görünüşümü korumayı düşünüyordum.. Etkileyici bir fiziki görünümüm vardı: güçlü omuzlar ve insanın içine işleyen bakışlar.Geçen her dakika beni benden alıyordu,gözlük camlarının altındaki iri mavi gözleri etkilemişti.Okuldaki ilk günümden sonra bu şehirde tekrar bekarlık günlerine mecburen döndüğüm için erkenden ablamın evine dönmek yerine merkezdeki beyaz yüksek binanın teras katındaki kafede urfa manzarası eşliğinde çay içmenin uygun olacağını düşündüm.
Oturak kısmındaki hasır liflerden birkaçı kırılmış olan bir İskemle aldım.. Bir kül tablası vardı sadece masada,sipariş için bir garson yaklaştı Yakası kalkık beyaz önlük vardı üstünde, çapkınca sağ göz üstüne yıkılmış geniş kenarlı eski bir gözlük , şakaklardan aşağı bırakılarak özenle taranmış saçlara sahipti.Kafenin yanında sinemada Gina Manes ve Jean Smith isimli oyuncuları rol aldığı bir aksiyon filmi için gençler bilet kuyruğuna girmişti.Afişte aktörün tutarlı, şeytansı bir burnu vardı, burun delikleri şahaneydi. Siyah zeytin rengi gözlerinde Casanova'nın bilmem hangi çapkınlığı okunuyordu. Ve sıkıntılı bakışlarıyla çelişkili burnu yardım aramak için öne doğru atılmıştı;sanki sirkte hayvan eğitimi numarası yapıyordu.. Dünyaca tanınmış bir ünlü olmak kimbilir insanda nasıl bir ruh hali yaratıyodu?Bu düşüncelere dalmışken nazik bir merhaba ile irkildim.Sabah avluda çayımın ve az kaşarlı tostumun kırıntılarıının yere dökülmesine neden olan sevgili son sınıf öğrencisi ve arkadaş grubu,onlara zamanları varsa oturmalarını birlikte çay içmeyi önerdim bu nazik davetim yaklaşık üç ay sonra kabul edildi,aynı kafede bu kez sadece ikimiz çayımızı yudumlarken yeşil gözleri ile en azından bir kerede olsa bana bakması için ona ısrar edecektim.
Bunu nasıl yaptığımı hiç bilmiyorum..." "Küçük bir intihar girişimi," dedi. Gülümsemeye çalıştı. "Bu olmalı. Bana kızmamalısınız. Bazı anlar vardır ki..." "Herşeyden ve özellikle de hiçten çok. Biraz daha birlikte olabilirdik;" "Mutlu olmak için hiçbir istek duymuyorum artık ."
"Size mutluluktan söz eden kim ki Deniz?Evli olduğumu biliyordun, Yalnızca flört olarak kalacağını sanmışttım senin bu derece tehlikeli davranışlarda bulunmandan korktuğumdan söz ediyorum." "Çok iyi gördünüz ki ben lüzumsuz biri değilim." artık 18 yaşındayım "Kuşkusuz, insan bu işi kutıu kutu antidepresan ilaçlarını içiyormuş gibi yaparsa.. "O kadar katı olmayın beni yargılarken..." "Rica ederim!" Kravatı cebime tıktım. Sevişmeden sonra kravat bağlamak hep kaba bir davranıştır.
sevişirken hala karımın resmine bakıyordu... karıma karşı Hiçbir sitemde bulunamam o günlerde ikinci çocuğumuza hamileydi ve annesinin evindeydi . Belki de daha önceden bitmiştik biz ikimiz. Denize kızmak için belki de bir mazaret arıyordum onun intihar girişimini her sıkıştığımda kullanırdım evet evet ,gerekli ;bu mazeret gerekiyor bana..."
Yüzünü dizlerine dayadı Sonra başını kaldırdı. Gene sert eleştirilere uğramış biri gibi bakmaya başladı. "Böyle durumlarda uzaklara gitmek gerekir," dedim. Sonunda dudaklarında bir parça zevk duymaya hakkım oldu.
Bunlar son öpücüklerimizdi."Eskişehir?" "Eskişehir." "Çok uzak, çok çabuk gitmem ve kafede söylediğim gibi,doktoramı tamamladıktan sonra geri dönmem gerekiyor." Mutfağa gidip bir şişe su ve bardak getirdi." İçtim. Dostça bakıyordu bana. "Yeni mi bu?" "Ne?" "Bir kitabıma baktı hiçi bir şey yokmuş gibi." Saatime baktım.Bir süre birlikte kaldık, sonra terk etti beni. Kapıyı açtım:çıkarken hafif alnını okşuyordu bu onu son görüşüm oldu.Yıllar sonra onun hayatında değişen birşey yoktu,babamın köyünde de ...Ama yıllar halfetiyi değiştirmişti,artık yenilenmiş bir kasaba vardı,benim kasabamdaki tarihi mozaiklerin su altında kalması gibi eski Halfeti de artık sulara gömülmüş sadece minarenin bir kısmı su yüzeyinde kalmıştı.On yıl sonra tekrar yazıştığımızda hayatında değişen hiç bir şeyin olma "Mümkünse tekrar yazma!" Terk edilmelerin ya da kaçınılmaz terk etmelerin acısını yıllar geçtikçe farklı yüzlerle taşımayı da öğreniyordu bir yerden sonra insan. Bazı görüntülerin ardına gizlenmenin büyüsünü de keşfedebiliyordunuz zamanla... Neleri, nerelerde bıraktığınızı arada sırada, bir yalnızlık, bir geriye dönüşsüzlük zamanında içinizdeki insana da söyleyebiliyordunuz.... İçinizdeki insana da... Kendinizi tüm 'çoğalmalara', beraberliklere karşın tek başınıza, tüm savunma alanlarına karşın korunmasız, tüm giysilere karşın çırılçıplak hissetseniz de... Anlatamayacağınız, o insanlarla,dilediğinizce gerçeklerinize sahip çıkarak, ayak basamayacağınızı bildiğiniz o yerleri, kendi zamanınızda, yalnızlığınızla yaşayabilmeniz için bu yolun varlığına inanmak zorundaydınız biraz da zaten. Alışılagelmiş, beylik, biraz da içi boşaltılmış bir söyleyişle, oyunun kuralıydı, bu. 'Ötekiler'oradaydı çünkü. Ötekiler oradaydı... Tüm 'bilinen' hikâyelerdeki gibi... Başka zamanlarda, iklimlerde,duygu dünyalarında, hayal edildiğince yaşanamayan şehirlerde olduğu gibi... Ötekiler oradaydı... Yer değiştirseler, başka yerlere gitseler, size görünmeseler de hep orada kalacaklardı. Başka yerlere gitseniz, başka coğrafyaların keşfine içinizdeki sınırlarla çıksanız da orada kalacaklardı, sizi terketmeyeceklerdi. Oyun, sizin oyununuz, sahneyse herkesin hazırlığını özel odalarda yaptığı, özel odalarını başkalarına taşımamayı yeğlediği, aynaların çoğu kez görmezlikten gelinmek istendiği,seyircilerin oyuncu da olduğu, olmaktan kaçamayacağı sahnelerdendi. Hazırlık hep birilerinde, birileri için yapılıyordu. Hep birilerinde, gerektiği gibi doğurulan günler için... Oyunlarla çoğaltılan, daha doğru bir deyişle de biriktirilen geceler için...Küçük doğa yolculuklarıyla, küçük gidişlerle, küçük adımlarla yetinerek yaşadığınız, paylaştığınız hafta sonları için. Sessiz, herkesin bildiği, ama hiç kimsenin yüksek sesle sorgulama yürekliliğini göstermediği bir anlaşmayla...O çok eski günlerde de böyle yaşanmıştı büyük bir olasılıkla. Temelde değişen, gerçek anlamda değişen ne vardı ki, ne olabilirdi ki zaten?.. Utkuların, yenilgilerin, kırgınlıkların, pişmanlıkların, size zaman zaman farklı ölümlerle dönen ayrılıkların görüntülerini düşünebilirdiniz. Ama o anlarda herkesten çok özleyişinin, arayışının nedenini daha iyi anlayabilmek için, tüm bu olasılıkları denemenin yanı sıra, direnmeye, yaşananları, yaşanabilenleri savunmaya, doğrulamaya yönelik bir hikâyenin sınırlarına ulaşmayı da bilmek gerekiyordu.Sınırlara ulaşmayı ya da birilerine tedirgin adımlarla da olsa ilerlemeyi göze alabilmek... biraz da korkarak... O uzun yalnızlık gecelerinde, kimlerin nasıl, hangi görüntüler, kokular ya da seslerle anımsandığını, o hayatlara ancak bir yere kadar alınmış, kabul edilmiş bir konuk, bir oyuncu kimliğiyle tam anlamıyla öğrenmem, bütünün parçalarını gerektiğince, o insanların yaşadığınca,isteyebileceğince birleştirebilmem işte bu yüzden pek kolay değildi. O dehlizlere ben de inmek istemiştim ama tüm o anlama ya da anlatma çabalarına karşın, birbirlerinin engeli, gözcüsü de olabiliyordu oralarda insanlar. Bazı görüntüler ile bazı duygular, o hayatların bir başka bölgesindeydi.Bu bölgenin önemini zamanla ben de anlayacaktım. Ben de... O insanlarda ilerlemeyi bir ölçüde, tümyan çizmelerime rağmen öğrendikten sonra... Geriye bir kez daha ipuçları, ipuçlarını yakalamayı bilmek, ipuçlarının ya da ayrıntıların ardına, yeni, beklenmedik bir yerde gizlenmiş hikâyeleri yaşamayı, en azından yaşıyormuş gibi yapmayı deneyerek, bir hayalde yürümeyi göze alarak düşebilmek kalıyordu bu durumda... Yalnızca gösterilen, gösterilebilen sahneleriyle, duyurulabilen konuşmalarıyla başkalarının karşısına getirilmek istenen bir oyunun ötesine bu yoldan geçebilirdiniz. Onun arzusunu yerine getireceğim,bir daha yazmayacağım! cibin-1914 -Köy kahvesi- -Abdullah- büyük dut ağacının gölgesindeki iskemleden birini altıma çektim.Koyu gölgenin dışındaki alanda yakıcı bir güneş vardı.Sarı bir tepsiye dizdiği ince belli bardaklarla çay dağıtıyordu Ökkeş. "hoş geldin"dedi;masama bırakırken. İlk yudumu alırken Arogil eşeği ile beraber belirdi birden yanımda;semeri alıp yere indirdi,çimenlerin üstüne bıraktı çamur olmasın diye;kollarını açıp güneşe karşı uzun uzun gerindi,yüzü her zaman olduğu gibi kırmızıydı,sabahın bu erken saatinde nasıl olduysa ter içinde kalmıştı.Kimbilir belki de oduna gitmişti gün ağarmadan,önce beğeneceği bir masa aradısonra hemen yanıbaşımdaki iskemleden birini aldı,ayaklarını öne doğru uzattı.Kalktı yan masadan iki iskemle daha aldı kollarını iki yana açıp iskemlelelrin arakalıklarına koydu;Ökkeşle gözgöze gelince çay istedi.Bu fırsatı değerlendirip bende ikinci çayı istedim.Uzattığı kolu omzuma değecek kadar yakındı.Elinin üzerinde tutam tutam sarı tüyler vardı,keyfine diyecek yoktu,çayını höpürdeterek içiyor dünyaya büyük bir gururla bakıyordu,belki varsıl olduğundan kendine güveni her zaman tamdı,her gören iri yapısından ürkerdi;o da bunun farkındaydı,insanların kendisine bakması gururunu okşuyordu.Cebinden bir sarma çıkardı,dudaklarının arasına sıkıştırdı;keyifle tüttürmeye başladı.Bizim sarışın elinde kibrit kutusu ağzında sigarası ile donup kalmıştı;bir ayağını önündeki iskemleden çektiğini gördüm,omzuna asılı ceketin bir kolu sarkmıştı.uzakta elinde torbası;Antepten mektebi bititren oğlu kahveye doğru yürümekteydi. sararmış parmaklarıyla mısır yaprağı sigarasını sardı; dudaklarına götürüp, salyasıyla yapıştırdı. Ardından, masanın üstünde duran bıçağa uzandı, alıp sevecenlikle kınına yerleştirdi. Ağzında sigara, kendi kendine usulca şarkı mırıldanmaktaydı: "...yükselir parlayarak yüreğime düşer ... çalar söylerim dünyamı..." "Başım niye hiç söylemezsin ki,APO?" "Niye mi?.. Iğmm... Bir dakika ..."sigarasını kibritle tutuşturdu, keyifli keyifli tüttürerek rafta gelişigüzel duran içki şişelerine göz attı. Bakışları gaz lambasıyla karşılaştığında gözlerini kırpıştırdı; çünkü lambanın alevi canlıymışcasma, az önce biten şarkının ezgisine ayak uydurur gibi zıplıyordu gülümsemek için dudaklarını yamulttu, tezgâha yaslanıp dirseklerini işlenmemiş ağaca verdi. "Başından hoşlanmıyorum işte. Kim şarkıda yükselir de birinin kalbine düşer? Olmaz, böyle şey. nehre girip, Fırat suyuna korkusuzca dalar,balıkları kaçırtırlar..." Yeniden gülümseyip, herkesin tanıdığı o bildik narayı patlattı: "İyeyyt!" Sonra sessizce sigarasından nefes çekerek, çevresindeki yüzlere bakındı. Bir hayli olmuştu görmeyeli onları. "Yıldızlardan daha güzel şey olamaz!" diye söylendi. Uzakları görmüş Hasan aynı fikirde değildi. Kestane kırmızı bıyıklarının sert uçlarını burarak, küçümseyen bir edayla: "Denizi gördün mü hiç sen,Alp?" diye sordu. "Yoo, hiç görmedim". "O zaman nasıl böyle söylersin? Deniz!... Ondan güzeli yok işte! Tann dünyayı elleriyle yarattı; ama denizi... onu gözleriyle ...". "Saçma! Deniz ile Fırat arasında ne fark var ki?" "Nehrin sahip olduğu her şeye, hatta hatta, daha fazlasına deniz de sahiptir. Boz kumsalı vardır... dalgalan, ılık suyu... Yel sıcacıktır, esmesi de tükenmez. Bitmeyen bir türkü gibidir hep." "Fırat 'da da bu var, ya!" "Hadi ya! O, upuzun sırça bir yılandan başka şey diil! Karşılık veremedi. Yüreğinin kıpırtısı dindiğinde, şiirsel coşku da yitmişti beraberinde. Sözlerine ciddi bir endişe sinmişti artık "Arogil geliyor" diye bağırdı Abdullah.Alp hoşnut, güldü: "İyi akşamlar, herkese!" "Hele şu potine de bak!" "Bilgiç bilgiç hava atıyor. Bi sene şehirde kalmış, az biraz İstanbul ca öğrenmiş; Ermenice tek sözcük bilmez artık!" "Eğer bunda direteceksen , hâlâ biliyoruz yani: ateriambu!" "arıenna!" diye yanıtladı Apo. Herkesçe bilmen narasını öykünerek selamlamak için elini uzattı . "İyeyyt! " "Şimdi burda köyde kalıp, çıplak dolaşarak geceleri kahvede bezik mı oynayacaksın?" "Bilmem." "Bilmem de ne demek, seni düztaban seni? Bilmem, bilmem, bilmem! Bir adamın söyleyeceği daha akıllıca şey yok mu?" güldü. O da şimdi tezgâha dayanmıştı. 4 bardak alarak biraz içki doldurdu. "İster misin, Apo?" Dikkat et de çarpılma,bize serbest de size yasak!deyip sırıttı. bardağa henüz yeni sarılmış eli yakaladı. "Çıldırdın mı sen ? Sofular eğer seni satarken yakalarsa, hapı yuttuğunun resmidir!" "Zevzek! Şehirden geliyo be!" "Üstelik, bir şey değilim; hiçbir şey. Yüzüme bak bir!" Konuşurken bardağım bırakıp, hızla ufak lambayı kaptı. İşık bu yüzde, onlara göstermek istediği yerde, dalgalanarak gelip hareketsizleşti; açığa çıkardı onu. Soluğunu sıktı. Çehresi durgun ve tuhaf bir güzellikteydi; ama bu değildi göstermek istediği şey. Düşünceleri varlığının ikili karakterinin girdabında çalkalandı: "Bakın böyleyim! Bu, benim. Hiçbir şeyim. Hiç kimseyim ben. Ne renkli, ne beyaz. Hiçbir yere ait olmayan bir insan. Günahsız bir insan. Yaptığından sorumlu tutulamayacak biri. Bir melez. Ne beyaz, ne de yerli... Hiç." Yavaşça gaz lambasını yerine koydu. Yüz çizgileri mekanın loşluğunda sönüp gittiler. Bardağı kavradı, ama şimdi onu ağzına götürecek isteği yoktu artık susacağını biliyordu. Yazgısını kabullenişi akşamını zehir etmişti. Apo sessizliği bozarak, sıkıntılı havayı dağıtmaya çalıştı. "Seni hangi rüzgâr attı, ? Hanidir evden çıkmazdın?" kırmızımsı diş etleri belirdi, kurnaz küçük gözleri kırışıklar araşma gizlendi: "Özlem, belki de..."