Chapter 2 - Hayal Et!

Bilmem kaç yüzyıl sonrası, mevsimler değişmiş insanlık teknolojiyi su gibi tüketmeye başlamış. Dev şirket sahipleri üretecek yeni fikirler bulamadığı için iflas etmiş. Kazancı sürekli olan mahalle esnafları dükkânlarında tam otomatik çıraklar çalıştırmaya başlamış. Böyle bir dünyada yaşamak sizce ne kadar güzel olabilir?

Aslında çağ atlamış falan değiliz. Bu sadece benim hayal dünyam. "Dila'nın Dünyası" çok hoş bir isim oldu değil mi? Evet, ben de öyle düşünmüştüm.

19 yaşındayım. Büyümüş olmam hayal kurmama engel değil. En azından derin hayallere dalarken annemin temizliğe yardım et diye bağırması, benim o hayali kaldığı yerden devam ettiremeyeceğim anlamına gelmez. Benim hayalim;

"Dila, uyan. Bugün dünyayı kurtaracağız."

Sabahın olmasını çok severdim. Yeni bir güne uyanmak, geçmişte yapılan hatalara telafi bulmamız için bir şans olarak tanrının hediyesiydi bence. Ben hatamı düzeltmek için yeni bir güne uyandım. He merak edilir diye söyleyeyim, bana seslenen kişi sadece rüyalarımda yardımıma koşan belirsiz birisi. Neye benzediğini bilmiyorum, sadece tahmin ediyorum. Umarım yakışıklıdır. Yaptığım hata ise güvenmek. Her kızın yaptığı bir hata olarak düşünebilirsiniz. Bu sizin düşündüğünüz bir güven değil, benim güvenimi boşa çıkaran şey hayatın ta kendisiydi. Sürekli istediğim şeylerin olmasını bekledim hayattan, ama o sadece samimiyetsiz gülüşü ile karşılık veriyordu bana. Saat 8.45, her zaman olduğundan 3 saat erken uyanmıştım. Dila Bugün hayata karşı mücadele vereceğimden habersiz bir şekilde erken uyanmıştım. Gerçi rüyamda ki belirsiz kişi bunun haberini bana vermişti ama rüyaları pek önemsediğim söylenemez. Kahvaltı dahi yapmadan çıkmıştım evden, beni bekleyen bir şey yoktu aslında. Sadece bugün kendimi dışarıya atma ihtiyacı duymuştum. Yeni taşındığımız bu evden sıkılıyordum. Burada hiç arkadaşım yoktu ve haliyle 1 haftadır evden çıkmamıştım. Yeni insan tanımak çok zor benim için. Birisiyle tanışmak için önce bir sebep olması gerektiğini düşünüyorum. Güzelyalı'da denize bakan güzel bir Kafe'de oturdum. Canım kahve içmek istiyordu ama önce bir kahvaltı yapmalıydım. Neyse ki oraya gitmeden önce uğradığım fırından bir simit almıştım. Doymam için bir simit yeterliydi. Sabahları pek iştahımda olmuyor aslında. Kafe'de çalışan bir kişi vardı sadece, efendi gibi gözükse de fazla kurnaz birine benziyordu. Tanışacağım ilk kişi bu olabilirdi sanırım. Ne istediğimi sorduğunda bir fincan çay istedim. Kafe'de ikimizden başka kimse yoktu. O temizliği bitirmiş oturuyordu. Denize bakıp düşünüyordu sadece. "Bakar mısınız?" diye seslendim. "Buyurun" dedi. Yanıma yaklaşırken sandalyeye takılmıştı. Kahkaha atmak istedim ama ayıp olur diye sadece ufak bir tebessümle geçiştirdim. Ona "Biz buraya yeni taşındık, günlerdir evdeyim hiç arkadaşım yok" dedim. "Aslına bakarsanız benim pek fazla arkadaşım yok, hatta hiç yok, size yardımcı olamam" deyince şaşırdım. Gayet de sosyal bir tipi vardı. Sanırım insanları tipleriyle tahmin etmeyi bırakmalıyım. "Olsun, biz arkadaş olabiliriz" dedim. Bir an gaza gelmiştim. Yaklaşık bir saat boyunca konuştuk. Gayet samimi birisiydi. "Benim gitmem gerekiyor, sonra görüşürüz" deyip masadan kalktım. Hesap ödemek istediğimde "Bu seferlik benden olsun arkadaşım" dedi. Bu tavrı hoşuma gitmişti. Eve geldiğimde çocuğun adını öğrenmediğim aklıma gelmişti. Saatlerce konuştuğum insanın adını bilmiyordum. En azından yeri belliydi.

Düşünüyorum, derinlerimde bir boşluk var, kendi kendime kaybolduğum bir hayal dünyasındayım. Yardımıma gelir misin?

Sabah uyanıp kahvaltı yapmadan çıktım yine evimden. Dün oturduğum Kafe'ye doğru gidiyordum. Bu sefer fırına uğrayıp simit almadım. Amacım kahvaltı etmek değil, Kafe'de çalışan çocuğun ismini öğrenmekti. Saat 9.15'di. Kafe'nin kapısı kapalıydı. Üzerinde herhangi bir not yoktu. Kapının önünde bekledim. O çocuk, gelecekti. Gelmedi. Saat 10.15 olmuştu. Tam bir saattir bekliyordum. Gelip giden kimse yoktu. İçimde kötü bir his vardı. Ben deliriyor muydum? Bu soruyu düşünürken, o çocuk geldi.

"Neredesin sen?" Sanki patronuymuşum gibi azarlayıcı bir ifade ile sesimi yükseltmiştim. "Sana da günaydın arkadaşım" dedi. Sanki bir saat boyunca onu kimse beklememiş gibi soğukkanlıydı. "Bir saattir oturmuş seni bekliyorum." Kapıyı ardına kadar açıp içeri girdi. İnsan bir cevap verir değil mi? Bu suskunluğun altında ne olduğunu merak ediyordum. Arkasından içeri daldım "Neden geciktin?" diye sordum. Merak ediyordum. "Dila, geceden beri karakoldaydım, eve gidip duş aldım, hiç uyumadan buraya geldim" Bu konuşmada tek merak ettiğim, adımı nerden biliyordu? "Başına bir iş mi geldi? Ne yapıyordun karakolda?" Sormam gereken bir sürü soru vardı. Bu iki soruyla başlayıp devamını kendisinin anlatmasını bekliyordum. "Dün gece Kafe'den çıktıktan sonra bir kavgaya karıştım." Ne kadar da sakindi. Sanki her gün yaptığı bir hobi gibiydi. Teşekkürler hayat, yalnızlığımı bir serseri ile paylaşıyorum. Temizliğe yardım ettim. İşini ne kadar erken bitirirse, sorularıma o kadar çabuk yanıt verebilirdi. İki bardak çay alıp yanıma geldi. "Önce sormak istediğim senin adın ne?" Bu soru için saatlerce bekledim. "Bir ismim yok" dedi. Ne demek ya. Saatlerce bir hiç için mi bekledim ben. Çok saçma. Bir insanın neden ismi olmaz ki? "Nasıl yok?" "Annem ve babamın bana koyduğu ismi sevmiyorum." "Neden?" Gayet mantıklı bir soru olmuştu. "Orası uzun hikâye, sen bana nasıl seslenmek istiyorsan öyle seslenebilirsin." Şaşırıp kalmıştım. Bir arkadaş edindim ve ismini ben koyacağım. Çok uğraşsam böyle bir yaşantım olmazdı. "Kral diyeceğim." "Olur" dedi gülümseyerek. Kral demek o anlık içimden gelmişti. Ne için söylediğimi bilmiyorum. Sanırım aklımda son okuduğum masaldaki karakterler gelmişti. Ve ona yakıştırdığım tek isim Kral'dı. "Ee Kral, neden kavga ettin?" "Bir hırsız, bu mahallede bilinen birisi, dün gece sizin evi gözetliyordu." Aman Allah'ım "Sen bizim evi nereden biliyorsun?" diye sorduğumda sustu. Cevap bekliyordum. Ama ısrarla cevap vermek istemiyor gibiydi. Beni koruyan birisi, rüyamdaki çocuk o muydu? Sanırım bunu akşam uyuduğumda öğreneceğim. "Kral, sen burayı sabah açıp gece kapatıyor musun? Sana yardım eden başkası yok mu?" Çok yorgun duruyordu. Neden Kafe'de başka çalışan yoktu? "Burası bana ait ve çok fazla yoğun işe sahip olamadığım için tek çalışıyorum." Bu yaşta kendi işi mi var? Kral sen kimsin? Neler yaşadın? Benim ismimi nerden biliyorsun? Bizim evi nerden biliyorsun? Bu sorularımı ne zaman yanıtlayacaksın merak ediyorum.

Masallara inanır mısınız? Ben küçükken hepsinin gerçek olduğunu sanırdım. Keşke hep çocuk kalabilsek. Tek derdim, pazarda annemle dolaşırken görüp beğendiğim oyuncağı annemin almamış olması olsaydı. Hayal kurmak, bana çocukluğumun tek mirası. Hayallerimden vazgeçemem.

Kral çok değişik biriydi. Davranışlarına anlam veremiyordum. Bir haftadır arkadaşız onunla ve ben her gün Kafe'de ona yardım ediyordum. Mutluydum. "Dila, şu masayla ilgilenir misin? Benim tost yapmam gerekiyor." Resmen elemanı olmuştum. En azından boş vaktimi öldürüyordum. Bir insan sadece vakit geçirmek için mi bir şeylerle uğraşır? Aklımdaki tüm soruları bir kenara bırakmıştım. Resmen Kral'a ayak uyduruyordum. Önemsediğim bir şey olmasına gerek yoktu. Yaşamak için nefes almak yeterliydi. Kral öğretmişti bana bunları, böyle bir hayat sıkıcı olur diye düşünmüştüm. Yanılmışım. "Hoş geldiniz, var mı bir isteğiniz?" tebessüm ederek gittiğim masada iki erkek oturuyordu. Bir tanesi benden hoşlanmış olacak ki "Böyle güzel birisi neden garsonluk yapar ki?" diye sordu. Küstah tavrı hiç hoşuma gitmemişti. Tebessüm ettim sadece, en azından yanındaki çocuk biraz daha olgun birisi olacak ki "Biz 2 çay alabilir miyiz?" diye olayı toplamaya çalıştı. Çayları almaya giderken Kral'ın sert bakışları ile karşı karşıya kaldım. Ama bana bakmıyordu. Küstah olan çocuğa gözlerini dikmişti. Onu ilk defa böyle görmüştüm. Bu durum biraz da hoşuma gitmişti. Beni koruyan biri var. Adı Kral. Çayları doldururken Kral yanıma geldi. "Ben götürürüm" dedi sert bir şekilde. Tamam da bana neden kızıyordu ki? Aklıma eski sevgilim gelmişti. O da kıskandığı zaman önce bana kızardı. Kral masaya çayı bırakırken bir şeyler söylüyordu. Onu duyamıyordum. Ne konuştuklarını anlamak için biraz yaklaştığımda Kral'ın "Beni tanıyorsun" dediğini duymuştum sadece, ne demekti ki o? Kral bilmediğim birisiydi sanki. Sanki bana tanıttığı kişi değildi. Allah'ım çözmem gereken o kadar sır vardı ki, hangisinden başlayacağımı bilmiyordum. Ona bakınca gözlerindeki yorgunluğu görebiliyordum. Bu kimsesizliğin verdiği bir yük mü? Şükürler olsun ki eve gittiğimde, çok sıcakkanlı olmasa da, bana kapıyı açan bir annem ve nerde kaldın diye hesap soran bir babam vardı. Kral masadan ayrılıp kasanın bulunduğu tezgâha geçmişti. Masadaki çocuklar çaylarını içmeden kalkmışlardı. Anlamıyorum. Kral onları kovmuş muydu? Benim yüzümden tek tük gelen müşterilerini kovacak mıydı? Yanına gidip "Onları neden kovdun?" diye hesap sordum. Bu sorumu ciddiye almamış olacak ki bana cevap vermeden kapıdan içeriye giren orta yaşlı siyah kabanlı adamı karşılamaya gitti. "Hoş geldin abi" Abi mi? Bu çocuk kimsesiz değil miydi? Merakla süzdüğüm o adam kabanı çıkarıp bana uzatmıştı. Şaşkındım. Yine de istifimi bozmadan "Hoş geldiniz" deyip kabanı elinden aldım. Kabanı asarken Kral "Sen mutfağa geç, sakın çıkma" dedi. Ne olduğunu anlamadan mutfağa geçtim. İçeride ne konuştuklarını merak ediyordum. Mutfak kapısını aralayıp izlemeye başladım. Ama bir şey duyamadım. Kral öfkeliydi. Ayakta duruyordu. Belli ki kapanmamış bir hesapları vardı. Ama adam gayet sakin bir şekilde oturuyordu. Kral beni tedirgin ediyordu. Ondan korkmaya başladım. Adam gittikten hemen sonra mutfaktan çıkıp Kral'ın yanına gittim. "Kimdi o adam? Ne konuştunuz?" diye sorduğumda, her zamanki mağrur bakışları ile "Dila, ben kötü bir insan değilim" dedi. Kral'ın kötü biri olacağını düşünmedim değil. Neden böyle söylemişti? Aklımdaki kuşkuları arttıran bir cümleydi bu, "Ben kötü biri değilim" kulağımda sürekli yankılanıyordu. "Konuşmak ister misin?" diye sorduğumda başını sallayıp içeri geçti. Neden böyle davranıyordu? Mutfaktan çıkıp yanıma geldi. "Bugün bu kadar yeter, seni evine bırakayım" dedi. Saat daha 3.50'ydi. Çok müşteri gelmese bile en azından akşamları iş yapıyordu. "Eve gitmek istemiyorum, sen çıkıp biraz hava al Kafe'yi ben idare ederim" dediğimde "Olmaz" deyip beni dışarı çıkardı. "Ben de seninle geleyim" dedim. "Olur, ama gittiğimiz yerde konuşmayacağız" dedi. Nereye gideceğimizi merak ediyordum. Giderken hiç konuşmadık. Bir sokak yürüdükten sonra taksiye bindik. Taksiciye "Yeşilyurt mezarlığına gidelim" dedi. Mezarlık ziyareti ile o siyah kabanlı adamın ne alakası vardı? Mezarlığın önünde taksiden indik. İçeriye girmeyi beklerken Kral'ın "Burada bekle" demesi ile kalmıştım. Beni orada bırakıp, mezarlığın karşısındaki markete girdi. Elinde iki tane soda ile dışarı çıktı. "Umarım limonlu soda seversin" derken sodayı bana uzattı. Hareketlerine anlam veremiyordum. Sodayı elinden aldım. Yürümeye başladı. Tabii ben de arkasından yürüdüm. Yukarı doğru çıkıyordu. Elindeki sodayı açmamıştı. Yaklaşık beş dakika yürüdükten sonra bir parka geldik. Susuz dede parkı yazıyordu. Parkın içindeki yoldan ağaçların olduğu tarafa doğru ilerledik. Sahil manzarası olan bir tepedeydik. Yerde birisi yatıyordu. Kral onu kaldırıp "Merhaba Mustafa abi, sana soda getirdim" dedi. "Teşekkür ederim" dedi yerde yatan Mustafa abi. Onu görünce içim burkuldu. Mustafa abi, 55 yaşlarında, parkta yaşayan biriydi. Evi ve ailesi yoktu. Bana " Merhaba kızım" dedi. Babacan tavrı hoşuma gitmişti. "Burada ben, Recep 3 kişi kalıyoruz" dedi. 3. kişi kimdi? Kral'a dönüp baktığımda gülümsüyordu. Derin bir ah çekip " Hadi gidelim Dila, Mustafa abi görüşürüz" dedi. Mustafa abi arkamızdan el sallarken, Kral'a "Az önce ne oldu? Kimdi o adam?" diye sordum. Kral "Dila ben burada büyüdüm, tek değildim, Hasan ve Ömer ile birlikte her gün buraya gelirdik. Bazı geceler burada uyurduk. Burası benim çocukluğum, geçmişim, her şeyim." "Peki, Ömer ile Hasan nerede şuan? Görüşüyor musunuz hala?" diye sorduğumda "Hasan ile hiç yollarımız ayrılmadı. Ömer düzenli bir hayatı seçti ve bizi bıraktı." Dedi. Gözleri dolmuştu. O an sarılıp bağrıma basmak istemiştim. Fakat konuşurken sürekli aşağıya doğru bakıyordu. "Buradan koşarak atardık birbirimizi" dedi. Kral nasıl bir çocukluğun vardı? "Ama burası uçurum" dedim. "Biliyorum, biliyorduk" dedi. Gülümsüyordu ama gözleri de dolmuştu. Çocukluğunu çok özlüyordu. O an anladım ki, anne ve baba olmadan geçirilen bir çocukluk bile insanın hayatındaki en değerli zamanlardır. Bana yattıkları yeri gösterdi. Uçurumun üstünde dümdüz bir beton, sanki evsizler için yapılmış tavanı olmayan bir ev gibiydi. Duvarları da yoktu. Oraya oturup ayaklarını uzattı, manzarayı seyrediyordu. Yanına oturdum. Telefonu cebinden çıkarıp bir şarkı açtı. –Sehabe ft Aydilge- Sen—Şarkıyı dinlerken ağlamaya başladı. Bir saat önceki öfkeli çocuk gitmiş, yerini tamamen masum birisi almıştı. "Neden ağlıyorsun?" diye sorduğumda, gözyaşını silip "Bir şarkı tüm geçmişini koruyabilir" dedi. Bana kalırsa geçmişini her gün yaşıyordu. Kral gerçekten iyi biriydi. Ne olursa olsun böyle düşünüyordum.

Ah şu rüyalar, ne kadar gerçeği yansıtabilir. İnsan rüyasında geleceği görebilir mi?

Belli belirsiz bir hayatın içindeyim. İlgilendiğim tek şey Kafe'deki müşteriler. Kral yoktu. Günlerdir. Kafe'nin girişine "Eleman aranıyor" yazısı asmıştım. O döndüğünde işlerin çok güzel olmasını istiyordum. Dönecek miydi? Hiç haber vermeden ortalıktan kaybolmuştu. Kendimi, yalnızlığın soğuk duvarlarına yaslanmış bir şekilde hissediyordum. Hava sıcak olmasına rağmen üşüyordum. Öğleden sonra gibiydi, saate bakmamıştım. Kapıdan bir çocuk girdi ve "Ben eleman aranıyor yazısını gördüm, hala eleman arıyor musunuz?" yaklaşık 18 yaşlarında bir çocuktu. "Gel, önce bir tanışalım." Dedim. Adı Taha idi. 18 yaşında, lise son sınıf öğrencisi. Ona "Okurken çalışmak zor gelmez mi?" diye sorduğumda, "Senelerdir her okul çıkışında çalışırdım, zor gelmez" demişti. Babası, onu okuması için yurda vermiş. Tam 6 sene önce, o bulunduğu yurttan kaçıp 4 arkadaşı ile birlikte ev tutmuşlar. Anlayacağınız hayata tutunmaya çalışan bir kimsesiz daha karşıma çıkmıştı. Daha önce kafelerde çalışan Taha'ya işi göstermekte zorlanmamıştım. Ben ise sadece kasada oturuyordum. İçimden bir şey yapmak gelmiyordu. "Bu kafenin ismi ne?" diye sordu Taha. Hiç düşünmemiştim. Dışarıda bir tabela dahi yoktu. Burasının bir ismi olması gerekiyordu. Babamdan yardım alıp bir tabela yaptırmayı düşündüm. Kral geldiğinde çok hoşuna gidebilirdi. Taha, lisedeki arkadaşlarına Kafe'yi tanıtmıştı. Müşterilerimiz çoğunlukla lise öğrencisiydi. Onlara öğlen yemekleri için kampanya bile yapmıştım. İşler yolundaydı. Keşke Kral da burada olsaydı. Geleceğine inanıyordum. İnanmaya ihtiyacım vardı. Taha ile çok iyi anlaşıyorduk. Ben, onun dertlerine tercüman olan Dila ablasıydım. Sevdiği bir kız vardı İlknur adında. Onların arasını yapmak için sürekli Taha'ya tavsiyeler veriyordum. Bir kız en çok nelerden hoşlanır, neler yapmayı sever, neler dikkatini çeker hepsini söylemiştim. Bu arada babam reklamcı ile birlikte Kafe'ye gelmişti. Reklamcının elinde büyük bir tabela, üstünde "Kafe Kraliyet" yazıyordu. Bu ismi ben istemiştim. Buranın sahibi Kral'dı ve burası bir Kraliyet olmalıydı. Yarım saat içinde tabelayı takmışlardı. Gidip gelip tabelaya bakıyordum. Çok güzel olmuştu. Taha okuldan çıkmış, kafeye geliyordu. Tabelayı görünce "Vay, Kafe Kraliyet öyle mi? Sende Kraliçe misin abla?" diye sorunca bende gülümseyerek "Evet, sende prens oluyorsun" dedim. Taha, buna sevinmiş görünüyordu. Bana "Abla sana çok güzel bir haberim var, İlknur buraya gelecek" dedi. Gözlerinin içi gülüyordu. Onun mutlu olması beni de mutlu etmişti. Bu arada kafedeki faturalardan Kral'ın gerçek ismini öğrenmiştim. Adı Mert'ti. "Taha sen bu mahallede ne kadardır oturuyorsun?" " 2 sene oldu abla, neden ki?" "Mert'i tanıyor musun?" "Evet, aynı evde kalıyorduk" "Nasıl yani?" "Şöyle anlatayım ablacım; Mert, abim Hasan ile arkadaştı. Abim Kocaeli'nde üniversite okuyor. Ben yurttan ayrıldığım zaman abim beni Mert ile tanıştırmıştı. He bu arada Mert, kendisine abi dememi istemiyordu." "Peki, Mert şimdi nerede biliyor musun?" "Hayır abla, o kafasına göre bazen gider 1-2 hafta sonra geri döner. Önceleri bende merak ediyordum ama alıştım bu duruma." "Sen burasının ona ait olduğunu biliyor musun?" "Ne? Kral, Mert mi?" "Neden şaşırdın, söylemedi mi sana?" "Abla, biz onun ne iş yaptığını hiç bilmeyiz." "Burayı daha önce görmediniz mi?" "Burası Murat abiye ait diye biliyordum. Mert senelerce onun için çalışmış." "Ama faturalarda hep Mert'in ismi yazıyor." "Belki devralmıştır." "Belki de" Taha tüm meraklarımı gidermişti. Kısmen. Akşam, tüm masalar doluydu. Taha ile ben yetişmekte zorlanıyorduk. İlknur, kapıdan girer girmez, Taha "Hadi önlüğü giy ve bir tepsi al, yardım et" dedi. İlknur, hemen Taha'nın dediğini yaparak işe koyuldu. Birbirlerine yakışıyorlardı. Bu durum bir hayli komiğime gitmişti. İlknur, hazırlanıp geldiği bu randevuda çalışıyordu. Bir kız için büyük bir hayal kırıklığı olmalıydı. Müşterilerin çoğu kalkmıştı. Temizliğe başlarken, İlknur "Dila abla, bu hayatımda karşılaştığım en güzel randevuydu." Anlamamıştım, bu kız akıllı birine benziyordu. Sanırım değişik şeylerden hoşlanıyor. "Taha, İlknur'u al terasta oturun ben temizliği hallederim" dedim. Gülümseyerek terasa geçtiler. Taha bir şey söylemedi ama gözlerinden mahcup olduğunu görmüştüm. Sanırım, İlknur gittikten sonra teşekkürleri ile saldıracaktı. Temizliği bitirip onların yanına oturdum. İlknur ile tanışmak istedim. Deli dolu bir Trabzon güzeli, Taha ile aynı sınıfta okuyordu. Kafe'de bizden başka kimse kalmamıştı. Saat 12'yi geçiyordu. İlknur gitmişti. Taha ile oturuyorduk, ben ona sürekli Mert hakkında sorular soruyordum. Ama çoğunu o da bilmiyordu. Karşı kaldırımda dikilen bir gölge dikkatimi çekmişti. Bu saatte dolmuş da yoktu. Yanına gidip kim olduğunu soracaktım ki, ben daha ayağa kalkmadan arkasını dönmeden gitmişti. Mert miydi? O olsa yanımıza gelirdi. Peki ya kimdi o adam. Ben böyle düşünürken, Taha "Hadi abla seni evine bırakayım, saat çok geç oldu" dedi. Başımı sallayıp kabul ettim bu centilmence teklifi. Eve doğru giderken sürekli o adamı düşündüm. Arkama bakıp duruyordum, acaba bizi takip ediyor muydu? Tedirginliğimi Taha anlamış olacak ki, beni eve bırakmayı teklif etmişti. Erkekler, sandığım kadar düşüncesiz değildi. Eve gelmiştik. "İyi geceler abla, yarın görüşürüz." "Görüşmek üzere Taha" aklımdaki sorular ile içeriye girmiştim. Annem ve babam uyuyordu. Odama geçip üstümü değiştirdim. Çok yorgundum. Hemen uyuyakalmışım. Mert rüyamdaydı.

Rüyaların gerçek olması bir yana, rüyalarda yaşıyordum...

"Dila, uyan. Bugün dünyayı kurtaracağız." Defalarca bu rüyayı görüyordum.

"Dila, uyan Dila." "Mert! Burası neresi?" Hatırlamıyordum. Bana ne olmuştu. Bir anda Taha ile göz göze gelince fark ettim ki, burası Mert'in eviydi. Ama benim ne işim vardı burada, en son evdeydim. "Mert, neden buradayım." "Sonra anlatırım. Sen iyi misin?" "Evet." Kalkamıyordum. "Mert, anlatacak mısın? Ne oldu bana?" "Sizin evde yangın çıktı." "Peki, annem ve babam nerede? Onlar iyi mi?" "Durumları iyi, dumandan zehirlenmişler sanırım, hastanede serum takmışlar." "Ben neden hastanede değilim?" "Ben seni kafenin orada buldum, baygındın. Seni alıp eve geldim abla." Taha bunları söylerken bile çok endişelenmiş olduğu anlaşılıyordu. "Taha, sen dün beni eve bırakmıştın. Ben kafeye gittiğimi hatırlamıyorum." İşler iyice karmaşıklaşıyordu. Uyurgezer de değilim. Tüm soruları bir kenara bırakmıştım. Çözmem gereken daha büyük bir sorunum vardı. "Mert, sen neredeydin?" "Bunu bilmene gerek yok, biraz uyu ve dinlen, düşünüp yorma kendini." Sanırım çok fazla düşünüyordum. Yoksa deli mi oluyordum? " Mert, dün gece beni takip eden adamı tanıyor musun?" "Biri neden seni takip etsin ki?" "Bilmiyorum." "Denk gelmiştir, takma kafana." Mert bir şeyler saklıyordu. Hissetmiştim. Zamana bıraktım. Belki de kendisi gelip bana neler olduğunu anlatacaktı. Annem ve babamı görmek için Taha ile birlikte hastaneye gittik. Taha kapıda beklerken ben içeri girmiştim. Annem ve babam aynı oda da kalıyordu. Odaya girdiğimde babam uyuyordu. Annem beni görünce ses çıkarmamam için sus işareti yaptı. Sessizce annemin yanına oturdum. Fısıltı ile " İyi misin anne?" "Nasıl iyi olabilirim, Dila? Az kalsın ölüyorduk, senin yüzünden." Annemin sinirini gözlerinde görebiliyordum. Bir dakika, ne demek benim yüzümden? "Ne oldu dün, ben hiçbir şey hatırlamıyorum." "Gece bağırarak uyandın. Kalkıp yanına geldiğimde, perde yanıyordu. Çakmak senin elindeydi. 'Dünyayı kurtaracağız, uyanın' diye bağırıyordun. Gerçekten hatırlamıyor musun?" Şaşkınlıktan konuşamamıştım. Bana ne oldu böyle, neden böyle davranıyordum? Ben de bilmiyordum. İşin kötü tarafı, hiçbirini hatırlamıyorum. Dünyayı kurtarmak için kendi evimi yakmıştım. Önce aklıma rüya yorumlarına bakmak geldi. "Rüyada dünyayı kurtarmak sıkıntıların bitip güzel ve huzurlu günlerin geleceğine, ileride bu durumun ya da sorunun çok daha kötü bir hal alabileceğine, daha önce çözdüğünü düşündüğü sorunların yeniden meydana geleceğine işarettir." Baktığım farklı sitelerde de bu yorum mevcuttu. Bu yoruma göre bilmediğim bir sorunum vardı. Fakat bu sorunumu çözdükten sonra, daha büyük bir sıkıntı beni bekliyordu. Evi yakmıştım, bundan daha kötü ne olabilirdi. Bir hafta boyunca kafeye gitmemiştim. Mert işin başındaydı. Gerçi kafeyi düşünmüyordum. Odamdan bile dışarı çıkmamıştım. Annem ve babam tartışıyorlardı. Babam "Hayır, benim kızım deli değil" diye anneme bağırıyordu. "Ben deli demedim, sadece bir doktora göstermemiz gerektiğini düşünüyorum." Annem haklıydı, deli olmasam bile bir uzmana görünmem gerekiyordu. O an evden çıkıp, Mert ile gittiğimiz parka gitmek istedim. Belki kafamdaki sesleri susturabilirdim. En azından biraz yalnız kalmak iyi gelirdi. Evden çıkarken annem ve babam hala konuşuyordu. Babam da anneme hak veriyordu. Parka geldiğimde, oturduğumuz uçurumun kenarına geldim. Mustafa abi yoktu. Belki onu görmek iyi gelirdi. Ama neyse, manzaranın etkisine kapılıp sakinleşmem zaman almamıştı. Aklıma en çok takılan soru ise, aynı rüyayı Mert görüyor muydu? Hiç yoktan bir şeyler biliyordur. 1000 parçalık bir puzzle gibiydi aklım. Ufak parçalar karmakarıştı. Birleştirecektim. Umarım.

Bu son mektup, yani yalnız ya da değil. Yürümeye devam etmelisin. Hatırlaman gereken şey bu;

Eğer hepimiz yalnızsak, o zaman yalnızlığımızla beraberiz, bunu düşünmek bana iyi geliyor.

Aşk, öyle bir kapıdır ki, çalarız ama açan olmaz. Rüyasına aşık olabilir miydi, insan? Ne Mert ne kafe ne Mustafa abi ne Taha, hiçbiri yoktu. Görmek istediğim şeyleri yaşamışım. Akıllara takılan onlarca soruyu, aslında kendi içimde kurduğum bir dünyanın parçası olduğunu öğrendim. Bazen insanın kendi içinde bile çözemediği, merak ettiği onlarca soru vardır. Bahsettiğim aşk; yaşamak istediğim bir dünya kurmaktı. Gizemli olaylar, dermanı bulunacak ufak tefek dertler, kahramanım, gülüp oynadığım parklar ve hüzünlendiğim zaman manzarasında huzur bulacağım bir sığınak. Başka neye ihtiyacı olur ki insanın? Keşke yürüyebilsem, keşke konuşabilsem, keşke yaşayabilsem. Bunca hayal, yeni evimize giderken yaptığımız kazada, yaşamım ve ölümüm arasında son 10 saniye içinde kuruldu. Seni seviyorum dünya, gitmem gerekiyor.

Ölmek sandığım kadar kolay değil, sanırım bu dünya beni yeteri kadar hüsrana uğratmadı. Gidemiyorum.

"Gözlerini açtı." Annem başımdaydı. Babamı sordum. Ufak tefek sıyrıkları varmış. Kazada en çok etkilenen bendim, ancak düşündüğüm tek şey gördüklerimdi. Yaşıyor gibiydim. Okuldan arkadaşlarım uğramıştı. Uyanık olmadığım için gitmişlerdi. Atiye hala başımdaydı. En samimi dostum, ben hiç yalnız bırakmamıştı. Annemin odadan çıkması ile birlikte Atiye'ye gördüğüm rüyayı anlattım. Şaşkınlıkla suratıma bakıyordu. Bana "sanki yaşıyor gibisin hala" dedi. Haklıydı, rüyamı özlüyordum. Atiye " He bu arada bu çiçekler sana geldi. Üzerinde isim yazmıyordu. Al." Çiçeğin üzerindeki kartı aldım. "Dila uyan, dünyayı kurtaracağız." Yazıyordu. Rüyamda defalarca karşılaştığım bu cümle nasıl olurda bir karta yazılıp gelmişti? Kim göndermişti? "Mert" diye mırıldandım. Atiye duymuş olacak ki "Mert kim?" diye sordu. "Rüyamdaki çocuk" diyebildim. Şaşkınlıktan konuşamıyordum. Mert gerçekti. Seruma bağlı olduğum yataktan kalkamıyordum. Gitmek istediğim yer belli idi. "Atiye senden bir şey isteyebilir miyim? Kâğıt kalem bulabilir misin?" Çantasından çıkardığı not defteri ile kalemi bana uzattı. Rüyamdaki kafenin adresini verdim ona, belki Mert'i bulurdu. "Buraya gidebilir misin? Belki Mert oradadır." Şaşkınlıkla yüzüme bakıyordu. En yakın arkadaşım dışında kim rüyamın peşinden koşardı? Ondan başkasından böyle bir şey isteyemezdim. "Sen iyileşmene bak, ben araştırıp sana haber veririm." Bu sözler beni çok mutlu etmişti. Sana güveniyorum Atiye, umarım hayal kırıklığına uğramam. Gerçek Mert ile tanışmayı dört gözle bekliyorum. Elimdeki karta bakıp gülümsüyordum. O da rüyasında beni görmüştü. Hatta ileri gidip beni bulmuştu. Belki de rüyalarımıza göre yaşamak bizim mutluluğumuzadır. Sonunda güzel günler beni bekliyordu. Teşekkür ederim dünya, erken ayrılmama izin vermediğin için teşekkür ederim.

Yattığım yerde Atiye'den haber bekliyordum. Mert'i bulabilecek miydi? Ben böyle düşünürken hastanede bir koşuşturma olduğunu fark ettim. Birini taşıyorlardı sedyede, görünen o ki baya acil bir durumdu. Allah şifa versin, 2 gün önce beni de aynı şekilde hastaneye getirdiklerinden eminim. Doktorların dediğine göre ölümden dönmüşüm, bu belirsizliğe ne kadar dönülmek istenir ki? Annem başucumdaydı. Gece uyumamış olacak ki, sandalyenin üzerinde iki büklüm uyuyakalmıştı. Annemi uyandırmak için seslendim. "Buyur kızım bir şey mi istiyorsun?" " Anne, orada boynun tutulacak, gel yanıma uzan." Kıyamam ya, sakince yanıma uzandı. Uzanır uzanmaz uykuya dalması bir oldu. Annem uyuduktan sonra çok geçmeden Atiye kapıdan içeri girdi. Meraklı gözlerle ona bakıyordum. Fakat üzgün görünüyordu. "Dila, çok üzgünüm." Dedikten sonra ağlamaya başladı. Ne olmuştu ki? "Atiye, ne oldu? Anlatır mısın?" Gözyaşını silip yanıma oturdu. Kötü bir şey olduğunun farkındaydım ve duyacağım her haber için kendimi hazırlıyordum. "Az önce hastaneye bir ambulansla geldim. Mert ile beraber." Şaşkınlığımı gizleyemedim. "Ne? Az önce sedye ile getirilen Mert miydi? Ne oldu?" "Verdiğin adrese gittim, Mert'i kafeyi kapatırken gördüm. Bir yere yetişiyor gibiydi. Hızlıca yanına gittim ve senden bahsettim. Ben seni anlatmaya başlayınca, 'benimle gel' deyip bir parka gittik. Susuz dede parkı mı ne? Uçurumun kenarında dururken birden ağlamaya başladı. Ne olduğunu sorduğumda 'ambulans çağırır mısın?' dedi. Anlam veremedim, ısrar edince ambulansı arayıp parka çağırdım. Bana teşekkür edip kendini uçurumdan aşağıya bıraktı. Büyük bir taşa çarpıp durdu. Hareket etmiyordu. Ne yapacağımı bilemeden ambulansı bekledim. Şimdi de buraya geldik. Neler oluyor hiç anlamadım." Atiye'nın anlattıkları garibime gitmişti. İlk defa böyle bir şey yaşıyordum. Hiç olmazsa Mert buradaydı. Uyandığında ne olduğunu sorabilirdim. Çaresizce beklemeye başladım. Durumum iyiydi. Hastanenin içinde dolaşabiliyordum. Buna izin veriyorlardı ama hala tam iyileşmiş değildim. Doktor kontrolü altındaydım. Mert'in olduğu odayı bulmak zor olmamıştı. Samimi muhabbetimiz olan hemşire Sedef Hanım bana odayı bulmuştu. İki defa Mert'in odasının önünden ona bakmaya gitmiştim. İkisinde de uyuyordu. Başını sarmışlardı. Sanırım kayaya başını çarpmıştı. Durumunun iyi olduğunu, 24 saate kalmadan iyileşeceğini Sedef hemşire söylediğinde içim rahatlamıştı. Mert ile konuşmak için çok fazla beklemeyecektim. Vakit geçirmek için bir sürü boş işle uğraşıyordum. 24 saatin geçmesi hiç bu kadar zor olmamıştı. Odama döndüğümde annem hala uyuyordu. Babam işe gitmişti. Atiye kitap okuyordu. Annemi kaldırıp eve gitmesini istedim. Atiye yanımdaydı ve ben daha iyi durumdaydım. En azından annemin eve gidip güzelce dinlenmeye ihtiyacı vardı. Baya yıpranmıştı. Hastanede 2 gün boyunca sandalye üzerinde ne kadar rahat olabilirdi ki? Annem çıktıktan sonra Atiye'ye "Mert iki yan odada uyuyor. Benim için arada bir kontrol eder misin? Uyandığında yanına gideceğim." Atiye başını sallayarak tamam dedi. Tam Atiye ayağa kalkmıştı ki, Mert kapıda göründü. Rüyamdaki ile birebir aynıydı. Artık aynı rüyayı gördüğümüzü de biliyordum. "Merhaba" deyip içeri girdi. Sesi de aynıydı. Gülümseyerek doğruldum. "Rahatsız olma bir şeyler sormak için gelmiştim." Bir de soru mu soracaktı? Demek ki merak içinde olan sadece ben değildim. "Buyur sor, benim de sana birkaç sorum olacak." Gülümsedi. "Neden beni rahat bırakmıyorsun? Benden ne istiyorsun?" diye sorduğunda kalakalmıştım. "Nasıl yani, ben bilerek mi rüyalarına giriyorum senin?" dedim gayet haklı bir şekilde. "Beni anlamadın, anlatayım. Seni rüyamda gördüğüm ilk günden beri başıma gelmeyen kalmadı. Ailem beni terk etti, Taha diye kimsesiz bir çocukla aynı evde kalmaya başladım, pis işlere bulaştım, kafe açtım. Senin anlayacağın rüyamda gördüğüm ne varsa hepsini sırayla yaşadım. Asıl sormak istediğim, sen büyücü müsün?" Ne yani gördüğümüz şeyler aynıydı ama o bunları sonradan yaşamıştı. Ve bunun suçlusu benmişim gibi de hesap soruyordu. "Ben büyücü falan değilim. Aynı rüyaları ben de gördüm. Benim sormak istediğim, beni nasıl buldun?" " Rüyada gördüğüm şeyleri yaşamaya başlayınca, senin de gerçek olduğunu düşündüm. Yanılmamışım. Günlerdir seni arıyordum. Taşındığınız evin orada bekledim hep. Ev boştu. Madem sen gerçektin bu eve taşınacağını anladım. Ev sahibi ile dostluk kurdum. Sonunda evi kiraladığını öğrendiğimde seni bulmuştum. Kaza haberini alınca buraya yakın hastaneleri araştırdım. Bu hastanede yattığını öğrendim ve seni tamamen buldum." "Peki, neden beni ilk bulduğunda yanıma gelmedin?" "Geldim işte, biraz canım yandı, ama olsun." Dedi gülümseyerek. "Buraya gelmek için kendini uçurumdan atman mı gerekiyordu?" "Dila, dediğim gibi ben pis işlere bulaştım, kimse sana ulaşmama izin vermezdi. Hastaneye bugün gelecektim, arkadaşının gelmesi tesadüfü ile arkadaşını da getirmiş oldum." Pişkin pişkin gülüyordu. "Neyse bana müsaade, halletmem gereken birkaç işim var, sonra görüşürüz." Deyip odadan çıktı. Benim kaderim bu muydu? Diye düşünürken "Senin hayalin bu mu?" diye sordu Atiye. Doğru, benim kaderim benim hayalimdi. Ve ben bu hayali bilerek kurmuyordum.

Hastaneden çıkmıştım. Atiye Aliağa'ya dönmek zorunda kalmıştı. Mert'in yanıma gelmesini ya da haber vermesini bekliyordum. Çünkü ona ulaşabileceğim ne bir numara ne de bir adres vardı. Hakkında hiçbir şey bilmediğim bir insan, ulaşmak ne kadar kolay olur? Anlam veremediğim bir hayatım vardı. Hayalim gerçekti ve ben isteyerek kurmamıştım. Ah dünya, ne sürprizlerle dolusun anlam veremiyorum.

Mert'ten bir bölüm...

"Abi, ne olursun bu kafe benim için çok önemli" Murat abi, yine babacan tavrıyla "Güzel kardeşim, orası iş yapmaz. Oradan kimseye ekmek çıkmaz." "Başkan, hayal diyorum. Her şey daha güzel olsun diye." Kıyamamıştı yine Başkan, bu yüzden başkan diyorduk. Hayatımızın en önemli dönemlerinde bize yol gösterdiği için. Zorla ikna edip kafeyi açacaktım. Sonunda Dila'in hayali gerçek olacak, umarım aynı hayalde bende olurum. Sevmek böyle bir şey olsa gerek, senin hayalin aslında sevdiğinin hayalini gerçekleştirmek. Bu sürprize bayılacak, eminim. Dila'in evine doğru yola çıkmıştım. Yolda çiçekçi abladan bir demet menekşe aldım. Benim en sevdiğim çiçek, umarım Dila'in hoşuna gider. Evlerine gittiğimde kapıyı annesi açmıştı. "Merhaba, ben Dila'in arkadaşıyım. Ona geçmiş olsun demek için gelmiştim." "Ben seni tanımıyorum, nereden arkadaşısın sen?" Annesi baştan aşağı süzmüştü beni. "Hastaneden efendim, Dila ile hastanede tanıştık. Ben de bir kaza geçirmiştim." Soğuk terler atıyordum. Neyse ki annesi içeriye aldı. Çiçekleri elimden alıp bir vazoya koydu. Sesimi çıkaramadım, ama keşke Dila alsaydı. En azından beğenir mi diye düşünmeyi bırakırdım. Yıllardır kimseye en ufak bir hoşlantı bile duymamıştım. Rüyamda gördüğüm bir kıza aşık olmayı hiç beklemiyordum. "Merhaba Dila, seni daha iyi gördüm." Kendini toparlamıştı. Makyajsız hali ile o kadar masum ve tatlı duruyordu ki, insanın evinin en baş köşesine koyup saatlerce hatta günlerce seyredesi geliyordu. Ya da aşık oldum diye ben abartıyordum. "Mert, seni gördüğüme sevindim." Bu cümleyi unutmak istemiyorum. Keşke hep tekrarlasa, saatlerce dinlerim. "Bende, tamamen iyileşmeye bak Dila sana güzel bir sürprizim var." Birine sürpriz yapacağını söylemek, bana yanlış geliyordu. Sürprizin var olduğunu bilmek kimseyi şaşırtmazdı. Ne konuşacağımı şaşırıp dalmıştım öylece. "Sürpriz mi? Gerçekten mi?" Sürpriz yapacağımı söylediğimde bile şaşırmıştı. Şaşkınken daha güzel oluyordu. Gözleri büyüyordu çünkü. Evde fazla oyalanmadan çıkmıştım. Halletmem gereken bir kafe işi vardı. Dila yataktan kalkmadan her şeyin hayalimizdeki gibi olması gerekiyordu. Murat abi, yanında beraber çalıştığım tüm iş arkadaşlarımı yardım etmesi için göndermişti. Bu adamın hakkını asla ödeyemem. Akşama kalmadan kafeyi işleyecek hale getirmiştik. "Peki ismi ne olacak?" diye sordu Taha. "Hay Dila" demiştim. Birden aklıma gelen bu isim çok hoşuma gitmişti. "Mert, tabela işi bende. Bu isim çok yakışacak buraya, en çok da Dila abla sevinecek." Taha haklıydı. Ama en çok Dila değil, ben sevinecektim. Dila mutlu olunca sevinirdim. Gözlerini kapat güzellik, vakit hayal kurma vakti. Sakın alıkoyma beni kendinden. Aşk kapıyı falan çalmıyormuş, aşk bizlere bir kapı açıyormuş.